31 Ağustos 2009 Pazartesi

Dünyevi yolculukların içsel yolculuklara dönüşmesi üzerine

.
Image and video hosting by TinyPic
Fotoğraf: OnurY

Bazen yolculuklar, gidilecek yerden daha güzeldir. Daha fazla heyecan yaşatır insana. Ve hatta kimi zaman değil daima böyledir. Dünyevi yolculuklar beni hep kaygılandırır ama bu kaygı yolun tehlikeleri ya da kentin ve yaşadığım evin konforundan uzaklaşmak değil de çıkılacak yolculuğun içsel yolculuğa dönüşeceğini bilmektir sanıyorum. İç dünyam daha yola çıkmadan kıpırdamaya başlar, kalbim de ritmini değiştirmeye..
Bir insanın uzun yolculuklarda, anıları ve umutları üzerine yapacağı hesaplaşmalar, bu yolculuğun içsel yolculuğa dönüşmesiyle mümkün olur. Buna kendisini hazırlamış her kişi de rahatlıkla bu yolculuğa çıkar ve kendisiyle hesaplaşır.
İçsel yolculuklarınız eksik olmasın...

28 Ağustos 2009 Cuma

Mezatifik bir güve-nilirlikteki simge: Gece Kelebeği

.

Fotoğraf: OnurY

şeylerin, sözlerin, simgelerin,
"keder veren bilgi"nin üstünden, ötesinden
kanadıyla düşünceye arpejler ekleyerek,
gelen sen misin, sen beklenmeyen konuk,
sen gece kelebeği ?

Yönlerini gök yüzündeki en parlak ışığa göre tayin ediyormuş bu çok özel uçarcalar. Mesela Ay kendilerine hep aynı açıdan görünmekteyse anlarlarmış ki halihazırda düz gitmektedirler. Başka bir deyişle bu canlıların geometrik anlayışını ışık tayin ediyormuş. Öte yandan evriminin bir aşamasında sivri akıllı bir canlı türü ampül denilen icadı çıkarınca, güveler sonsuz uzaklıktaki ay veya yıldızlar yerine daha parlak olan bu ışığı referans almışlar. Velakin güvelerimizin bu yakınlıktaki ışığa nazaran "düz" gidebilmeleri için daire çizmeleri gerekiyormuş; zira düzlük kriteri ışığın aynı yönden gelmesiymiş. Hal böyle olunca gece açtığı için güveler vasıtasıyla üreyebilen nice çiçek üreyemiyor ve dahi onların da nesli tükeniyor ve böylece ampul yaksanız dahi doğayı tahriş etmiş oluyorsunuz sayın seyirciler. yaaaa...

Yünlü kıyafetlerimizi büyük bir keyifle delik deşik eden, kimi kültürlerce pek uğurlu sayılmayan bu uçarcayı şahsım adına çok seviyorum. Onlarla özellikle gündüz etkileşimlerimiz hayli sıkça. Naz yapmadan, itirazsız poz vermeleri, kondukları yerleri iyi seçmeleri ve estetik açıdan çok görkemli olmaları hep ilgimi çekmiştir. Tarağa benzeyen duyargaları, geniş ve bol desenli kanatları, sakin yaradılışları da dikkat çekici yanlarından birisidir. Naftalinsiz günler dilerim efendim...

.

Image and video hosting by TinyPic

Fotoğraf:OnurY

Papatya Hanımın Dikkatine

.

Image and video hosting by TinyPic

Fotoğraf: OnurY

Dün bir faks gönderdim. Gönderdiğim faksın başında "Papatya Hanımın Dikkatine" yazdıktan sonra birden aklıma bir dönem sık sık emailler vasıtasıyla elimize geçen tuhaf isimler geldi: Müslüm Karpuz, Şehriye Pilav, Satılmış Portakal, Sanayi Horoz vs... Kısa bir aramayla internette listeler halinde bulabilirsiniz bunları.

Yok hayır ben hiç kimsenin ismiyle soyadıyla uğraşacak değilim, haddim değil. Benim merak ettiğim bu isimleri çocuklarına layık gören ana babaların ruh halleri. Ciddiyetten uzak, mizahi yönleri kuvvetli, sıradışı olmanın yollarını arayan ebeveynlerdir diye düşünmüşümdür hep kendilerini. Asla cahillik, düşüncesizlik gibi yaftalama yapmıyorum zira böylesi bir temeyyüz durumunu hasıl etmek kıvrak zeka gerektirir, ilaveten derin bir mizah anlayışı da...
Biz sıradan kullara da kendi istemleri dışında bu isim soyadları almış kişilerle uğraşmak düşer işte... Kendi sıradanlığımızın verdiği ruh sıkıntısı ve haset....

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Kaynağından Bilgi Sebili - Keşkül

.

Image and video hosting by TinyPic

Fotoğraf: OnurY
.
Beni yakından tanıyanlar sinema, fotoğraf gibi görsel sanatlarla kısıtlı kaldığımı düşünüyor olabilirler. Ama bu ikisinden de daha eski bir ilgi alanım var: Etimoloji... Peki nedir bu derseniz hemen vikileyelim: Köken bilimi veya etimoloji (Yunanca ἐτυμολογία / etimología), bir dildeki sözcüklerin kökenlerini ve bunun bir gereği olarak o dilin diğer dillerle ve o dili konuşan toplulukların geçmişten bugüne diğer topluluklarla olan kültürel ilişkilerini araştırır. Bir başka tabirle köken bilimi, bir kelimenin ya da dildeki benzer bir kullanımın gelişme sürecinin ilk ortaya çıkışından itibaren izlenmesi, hangi dillerde ne şekilde yayıldığının tespit edilerek parça ya da bileşenlerinin analiz edilmesi bilimidir.
İşte blogumda zaman zaman hep kullanageldiğimiz kelimelerin kökenlerine ve çıkış noktalarına değineceğiz. İlk kelimemiz ise: Keşkül. En sevdiğim sütlü tatlılar arasında birinci sıraya koyabileceğim bu tatlının kökenini araştırdım dün. Aslında buna sebep olan neden bu aralar okuduğum kitap ve romanlarda sıklıkla karşılaştığım derviş keşkülü ile sütlü tatlı arasında bir bağ olup olmadığını merak etmem idi. Evet bir bağ varmış. Buyurun detaylı araştırmalarım sonucu elde ettiğim bilgilere:
eskiden gezgin dervişlerin ve dilencilerin kollarına takarak taşıdıkları ve herkesin önüne uzattıkları hindistan cevizi kabuğundan ya da abanozdan yapılmış dilenci çanağına keşkül denirmiş. Yapımında en çok abanoz yeğlenirmiş ama hindistan cevizi de kullanmış. Kayık biçiminde olup üzerinde ayetler, özdeyişler ve motifler bulunurmuş. İki sivri ucundan ince bir zincir geçermiş ve omuza ya da kola takılarak taşınırmış.
Dervişler sadaka toplarken "hu" diye seslenerek keşkülü uzatırlarmış insanlara. Sufilerde ise keşkülle sadaka toplamaya "selmana çıkmak" denirmiş. Toplanan paralar tekkeye götürülüp teslim edilirmiş. Keşkülün daha uzun ismi ise Keşkül-ü Fukara imiş. Bu para toplama çanağı zamanla keşkül tatlısına da ismini vermiş. Büyük ihtimalle bu çanaklarda ayrıca bu tatlı da yapılıyordu ya da bu tatlı hindistan cevizi kabuğununun içinde yapıldığı yapıldığı için aynı kap her ikisine de bu ismi verdi. Günümüzde bütün traş bıçaklarına jilet, bütün dört çekerlere jip dediğimiz gibi... :)
Daha pirinç unu ve nişastanın mutfaklarda koyulaştırıcı olarak kullanılmadığı zamanlarda sütü koyulaştırmak için bademlerin kabukları soyulur, suda bekletilir ve incecik öğütülerek süzülür ve süte katılırmış. Buna da badem sübyesi veya badem sütü denirmiş. Biraz da Hindistan cevizi rendesi ve şeker eklenip süt ocağa oturtulur ve koyulaşıncaya kadar kaynatılırmış. Ama günümüzde bademin koyulaştırıcı özelliği unutulmuştur tabi.
Keşkül demişken bu konuda oldukça hassas bir damak zevkine sahip olduğum için son yıllarda lezzettli, adam akıllı yapılmış keşkül yiyemediğimi belirtmek isterim. Belki bir gün Anadolu'nun ücra bir kasabasında bu keyfi yeniden yaşarım....

14 Ağustos 2009 Cuma

Sert ve Tuhaf Adam Takeshi Kitano Tasviri

.

• Son derece acımasızdır, kötü adamlara karşı asla acımaz, eli ağırdır (Hanibi’deuyuşturucu satıcısına 24 tokat attığını saymıştım, kodu mu oturtur, öfkesi kabardıysa şarjörü boşaltır, sağ bırakmaz. Acemilere ders vermeyi ihmal etmez (Hani-bi’de ağzına kurşun koyduğu çaylağa yumruğu çakar, bir başkasını önce affeder, birdaha karşıma çıkarsan öldürürüm der, çıkınca da kafasına sıkar)
• Mutlaka çok sevdiği bir karısı ya da kızı vardır. Sevgisini çok belli etmez ama onlara sahip çıkar. Namusu söz konusu olunca sevdiğini gözünü kırpmadan vurur. (Violent Cop’ta uyuşturucuya alıştırılmış ve defalarca tecavüz edilen kızkardeşini, Hanibi’de karısına sıkar kurşunu umarsızca)
• Filmlerde mutlaka öldürülür ya da çaresiz kalınca kafasına sıkar
• Son derece cool’dur. Karizmatiktir. Soğukkanlıdır, çok az konuşur. Çok şık giyinir.
• Tüm ciddi görüntüsüne rağmen mizahtan kaçınmaz. Uçuk kaçık, olmadık muziplikler yapar. Ama güldüğünü çok zor görürüz.
• Otoriteye aldırmaz, patronu, müdürü iplemez, gerekirse işinden olur (Violent Cop’ta polislikten atılır, Hani-bi’de eski polis rolü yine benzer atılma gerekçesine bağlanabilir)
• Eğlenceden uzak durmaz, maksat muhabbet olsun der (pek konuşmaz ama karşısında konuşanı sükunetle dinler)
• Yaratıcıdır, eli her şeye yatkındır, kıvrak zekalıdır (Brother’da kaçıp sığındığı Amerika’da kısa sürede çete kurar, Hani-bi’de polis otosu imal eder)
• Sigara ve güneş gözlüğü vazgeçilmezleridir.
• Pastoral manzaralar ve okyanus kıyısı huzur bulduğu nadir mekanlardır.
• Mahzun ve masum bakar ama köteği ne zaman atacağı belli olmaz. Dış görünüşüne aldanan yanar.
• Kötü adamlarla savaşırken masumların zayiatını umursamaz, kurunun yanında yaş da yanar zihniyetindedir.
• Her şeye rağmen kötülerin imhası için her memlekete gerekli bir sert adam modelidir.

Ayrıca şu bilgileri verelim:
Dolls filmi ise Kitano'nun çok farklı sularda gezindiği bir filmdir. Onu ayrı tutmak gerekir. Keza Zatoichi için apayrı bir pencere açıp konuşmak gerekir. Takeshi Kitano, 1980 önce çok çetrefilli ve berduş bir hayata sahipmiş...Neden sonra bir tv programı onu milyonların sevgilisi yapmış. Ve yapacileceği en iyi şeyi yani yaşadıklarını aktarmaya karar vermiş.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Sinema Budur!

Bu sefer bir alıntı yapmak istiyorum. Okunması, okutulması gereken bir yazı...

"Sinema, Bertollucci'nin dediği gibi, bir ayindir. İnsanların akın akın gittiği sinema salonu adı verilen tapınakları; her dinsel törenin olduğu gibi, kendine ait bir düzeni, kuralları vardır. Ayinin doruk noktası, ışıkların söndüğü ve perdenin aydınlandığı o andır. Bu kural, kuşkusuz tesadüfen ortaya çıkmış değildir. Aksine, kökü yüz yıl öncesine dayanan bir geleneğin izlerini taşır ve tüm dinsel törenlerde olduğu gibi, katılımcılar için, yaşam felsefelerinin sembolik bir yansımasını içerdiği için son derece önemli bir anlam ifade eder: Işıkların sönmesiyle, insanlar, etraflarındaki hiçbir şeyi göremedikleri korkunç bir karanlığın içine çekilirler ve bu, kişinin dış dünyayla arasındaki tüm ilişkinin kesilmesi anlamına gelir. Hemen ardından beyazperdenin aydınlanması ise, dış dünyaya, yepyeni, sihirli bir pencerenin açılması anlamını taşır.
Sinema bir sığınaktır. Birçok sinemasever, farkında olarak ya da olmadan, sığınmak amacıyla gider sinemaya... Sokakta, evde, işyerinde her an yaşanan şiddetli bir bombardımandan kaçarak girilen, herkese yetecek kadar gaz maskesinin bulunduğu, kalın duvarlı, gümüş perdeli bir sığınaktır sinema...
Sinema bir kaçıştır. Bu gerçeği yaşamanın ya da bilmenin ya da telaffuz etmenin korkulacak bir tarafı da yoktur. Sinema, insanların kullandığı yüzlerce kaçış yolundan sadece bir tanesidir ve diskolardan daha düzeyli ve daha onurlu, barlardan daha öğretici, uyuşturucudan daha sağlıklı ve daha cesurca, evlerden daha canlı va daha renkli, ruhlardan ise daha kalabalıktır.
Sinema bir illüzyondur. Şapkadan tavşan çıkarmanın daha gelişmiş bir versiyonudur. Sinemanın bu özelliği yeni bir şey değil, tam tersine, onun icad edildiği ve birbirini takip eden fotoğrafların, kapasitesi sınırlı bir göze sahip seyirciye hareketli görüntüymüş gibi yutturulduğu andan beri varolan bir gerçektir.
Sinema çöl ortasında görülen bir seraptır. Tek farkla: Kimi zaman, karşınızda duruyormuş gibi görünen o küçük gölden gerçekten su içebilirsiniz.
Sinema öylesine güçlüdür ki hayat onu taklit eder. Çevrenize bir bakın; daha önce çekilmiş kimi sahnelerin oynandığını, daha önce yazılmış kimi diyalogların söylendiğini göreceksiniz.
Sinema insanın hikayesidir. Kah yeni baştan, kah sıfırdan başlayarak anlatılır. Ve sinema, insanın hikayesini anlatmanın en güzel ve en güçlü yollarından biri, belki de birincisidir.
Sinema tanımak ve anlamaktır. İnsanları, yaşamları, korkuları, özlemleri, yalanları, aşkları, kalleşlikleri, kahramanlıkları tanımaktır. Sinema, insanın yaşamadan edindiği deneyimlerdir. Gerçek yaşam için bir modeldir. Perdede doğan insanların bazıları birer hayalet gibi aramızda dolaşırlar ve kendi başlarını belaya sokan işlere karışmamamızı, kendilerini mutlu kılan şeyleri taklit etmemizi isterler. Bir film, kimi zaman, bin nasihatten iyidir.
Sinema bir sevdadır. Ancak mantığa dayalı değildir; ne bu sevdanın nedeni, ne de zaman başladığı bilinebilir. Sinemasever, aşkının gerekçesini açıklayamaz ve bu ilişkiyi ne zamandır sürdürdüğünü söyleyemez. Bu nedenle, sinema sevgisinin insanın genlerinde yer aldığı rahatlıkla iddia edilebilir.
Sinema öylesine dehşetli bir alışkanlıktır ki, bağımlı kişiler bir hafta gibi bir süre ondan uzak kalırsa içlerinde karşı konulamaz derecede büyük bir sinemaya gitme arzusu duyarlar. Seçici bir değildir bu; tatmin olması için ille de iyi bir film izlemesi gerekmez. Mühim olan sadece film izlemektir; ışıklar sönsün, perde aydınlansın yeter...
Sinemasever bir çeşit vampirdir. Karanlık salona girdiğinde, kendisinin bile açıklayamayacağı ve tam da bu nedenle rahatsız edici, garip bir iç huzuru duyar.Beyazperdedeki kurgu-yaşamın aydınlığıyla sarsılır. Salondan çıktıktan sonra, gerçek yaşamın ışığı gözlerini kamaştırır, sendelemesine, bocalamasına yol açar. Ürker, çevresine uyum sağlayamaz ve bir süre içine kapanır.
Sinemasever görüntülerle beslenen bir yaratıktır. Salonda bulunduğu iki saat boyunca önünden geçen on binlerce kareyi izlemekle kalmaz, gözlerini kapar ve o anda bütün kareleri içine hapsetmiş olur. Ancak bu kareler iyi huylu varlıklar değildir ve zamanla, içine girdikleri insanın kontrolünü ele geçirirler. Sinemasever artık dünyayı olduğu gibi algılayamaz; bir vizörden bakar etrafına (sinema duygusu denilen şey tam da budur zaten)... Kendine göre kadrajlar ve açılar bulur, dünyayı kendine göre ışıklandırır. Dünya binlerce kareden, plandan ibaret gibi görünmeye başlar. Artık yürürken aslında kaydırma yapmaktadır. Başını çevirmesi ise pan anlamına gelir.
Sinemasever, garip bir biçimde, yaşamını izlediği filmleri ilişkilendirir. O kızla ilk kez şu filme gitmiştik der. Şu filmin on dakika arasında onun öldürüldüğünü öğrendim der. Şu filmden çıktıktan sonra sarhoş olana kadar içmiştim der. Şu filmden çıktıktan sonra sersemlemiş, ne yaptığımı bilmeden sokaklarda yürümüştüm der. Filmleri, sahneleri, yönetmenleri, oyuncuları hatırlaması için eğittiği belleği (ki bunları unutursa yaşamı büyük ölçüde anlamsızlaşabilir), filmlerden gelen sahneleri, gerçek yaşamındaki sahnelerle birlikte bugüne taşır.
Sinema bir çocuğun dört gözle beklediği bayramdır. Lobi fotoğraflarından bir filmin nasıl olduğunu anlamaya çalışmak, bir afişi nadide bir tablo gibi seyretmek, film başlamadan önce dört beş fragman gösterilmesi için dua etmek, çekimlerinin başladığını öğrendiğiniz filmi izlemek için iki yıl boyunca beklemek, sizi bir parça da olsa değiştiren filmi tekrar tekrar izlemek ve her seferinde aynı sızıyı hissetmek, bir fragmanı, bir planı, bir sahneyi, bir filmi, bir diyaloğu ya da bir oyuncuyu sevmektir.
İşte bütün bunlar yüzünden, izleyici-sinema ilişkisinin duygusal bir tarafı vardır (sinemasever boşuboşuna söylenmiş bir laf değildir) ve sinemadan sözederken duyguyu dikkate almayanların, sinemanın yalnızca izlenmediğini aynı zamanda hissedildiğini önemsemeyenlerin filmleri yalnızca akıl yoluyla anlamaya çalışanların söyledikleri hep eksik kalır. İşte bu yüzden onların kolları sinemayı kucaklayacak kadar büyük değildir.
Zira, sinema hayatın ta kendisidir.

Antrakt-51.sayıAralık 1995sf.45

7 Ağustos 2009 Cuma

Kayıp Şimdinin Melankolik Reddi

Şimdiki zamanı reddetmek acaba nev-i çağına münhasır bir husus mudur yoksa her daim tefekkür edilen bir durum mudur hep merak etmişimdir. İnsanoğlunun kifayetsiz muhteris doğasının makus bir talihi midir yoksa? Bunun yanıtını tarihin kayıtlarını sürekli inceleyen tarihçiler verebilir ancak. Edebiyatın kurgusal yapısı dolayısıyla doğru yanıtı orada bulamayabiliriz. Yaşadığı çağdan memnun olanların keyfiyetlerinin sebebi bulundukları koşullar yani bizzat bencilliklerinin tatminiyle mi sınırlıdır?
Entellektüel birey, sadece kendi gerçekliğinin tatminiyle mutlu olmaz. Yaşadığı çevre, toplum ve hatta diğer toplumların yaşadıkları da onun duyarlılığı kapsamındadır. Bu nedenle yaşadığı zaman dilimine dair bir fikre sahip olabilir. Elbette ki dünyanın en zor zamanları savaşlardır, ancak dünya savaşlarının olmadığı zamanlarda dünyanın pek çok yerinde zulümler devam etmektedir. Hem de bizzat hakim olanların kontrolünde. Lokal de olsa yaşanan acıların dünya savaşlarında daha fazla insanın yaşadığı acılardan en ufak farkı yoktur.
Bunların haricinde kültürel yozlaşmaların arttığı, bunun sanata yansıdığı durumlar da yine ayrı bir kahır sebebidir. Zira insan ruhunun kiri kültür, sanat olmaksızın arınmaz, doğasında olan azgınlık dizginlenmez.
Bunca lafı neden saydım, ben de şimdiki zamanın romantik redcilerinden birisiyim de ondan...
...

Image and video hosting by TinyPic

Fotoğraf: OnurY

4 Ağustos 2009 Salı

Blog Tutkusu Üzerine

Internet bloglarını istatiksel anlamda takip eden ve bu konuda en yetkin teknoloji şirketi olan Technorati'ye göre kayıtlarındaki blog sayısı 133 milyona ulaşmış!! Ancak son 4 ay içerisinde bu blogların sadece ve sadece yüzde 5'inin güncellendiği anlaşılmış. Yani ilk blogun kurulduğunun üzerinden 10 yıl geçmiş ama sistem demode olmaya başlamış. Tabi facebook, twitter gibi yeniliklerin popüler olmasının etkisi. Ama zamanla facebook'da, twitter'da tarih olacak, bambaşka şeyler yerlerini alacak, şimdiki nesil de ileride bunların nostaljisini yapacak :)
Şu satırları okuyanların hatırı sayılır bir kısmının en azından denemeleri olmuştur. Heyecanla açtığı blog vs'de iki satır yazdıktan sonra günlük hayatın koşturmacası içinde tekrar geri dönmemiştir sevgili bloğuna. Benim de doksanlı yılların ortalarından itibaren sayısız web sayfası denemelerim oldu. Blog anlamında ise ilk kez wordpress deneyimim oldu. Orada hatırı sayılır bir arşiv oluştururken araya başka şeyler girdi, wordpress yasaklandı derken şu anda linkini bile hatırlamadığım o blogum tarih oldu gitti (hala duruyor mudur acaba?). Tabi yine sahte bir isimle yazıyor olmanın memnuniyetsizliği, düzenli, kararlı bir disiplin içinde olmamam gibi etkenler söz konusu. Ama yine de wordpress en kayda değer kayıtlı web tarihçemdir diyebilirim. Ayrıca forum sitelerinde sevgili Celil ile uzun zaman boyunca sinema yazılarımız yayınlandı, efsane olduk (bunu takipçilerimiz söylüyorlar) ama en nihayetinde gerçek isimlerimizle yazmıyor oluşumuzun sıkıntısı vardı ve noktayı koymuştuk. Hitap ettiğimiz kesimin yaş ortalaması ve bilinç seviyesi de cabası :)
Blogların zamanla online gazetelerin içlerine gömüleceği ve bambaşka bir hal alacağı gibi öngörüler va ama ben ânı yaşamak ve geleceği planlamamak adına (nasıl planlayabilirim o da ayrı konu, zira bu senin benim şunun kontrolünde olan bir şey değil, her ne kadar öyle olduğu iddia edilse de) bir çaba içerisinde değilim.
Sonuç olarak yeni çıkan her şey bir öncekini geleneksel olmaya zorlar. Gelenekselci olmanın olumlu tek yanı da tutarlı olmaktır. Ta ki değişimi fark edip ona uyum sağlayıp tutarlılığı oraya aktarana kadar :)
Blogsuz kalmayın...