tag:blogger.com,1999:blog-60523704613025743302024-03-13T21:41:39.948+03:00 Kritik MekanizmaOnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.comBlogger34125tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-18877769235542882412009-09-19T00:33:00.003+03:002009-09-19T00:42:37.981+03:00Testere<a href="http://www.ekolay.net/sinema/images/film/saw4.jpg"><img style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 257px; CURSOR: hand; HEIGHT: 216px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="http://www.ekolay.net/sinema/images/film/saw4.jpg" border="0" /></a><br /><div>.</div><br /><div></div><div></div><div></div><div align="justify">Bu gece denk geldim, TV'de bir kanalda röportaj yapmışlar, bir kaç kişiden birisi "bunu 17 yaşında bir çocuk yapmış olamaz" diyor. Ya hu ikibinli yılların thriller sineması neredeyse tamamen testeremsi filmler üzerine. Seksenlerde biz bunların Hallowen serilerini izledik ama kurgusal olan ile gerçek olan arasındaki algısal sınır konusunda haddini biliyordu, daha çok çekinme, korkma, tedbirli olma üzerine altlığını oluşturan filmlerdi. Ama doksanların sonundan itibaren olay çığrından çıktı. Ve o nesil de bu izlediği kabus ötesi görüntüler sonrasında gerçek ile kurgusalı çakıştırma, bağdaştırma potansiyeline dahil oldu. Bununla ilgili sayısız bilimsel araştırma da var, arayın okuyun bulun. Gerçek bu kadar açık iken olamaz, yapamaz kabulünü ben anlamakta zorluk çekiyorum. Ahir zamanların afişleri de çığrından çıktı ve öyle normalleşti ki yaşanan şoklar elbette önceki kuşakları kapsıyor daha çok.</div><div align="justify"> </div><div align="justify">Gerçekliğin çığrından çıktığını, absürd insan hallerinin normal kabul edildiğini görünce toplu histerinin de aslında bir epidemik hadise olduğundan kuşku duymaya başladım. Cidden... :(</div>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-90392618634383417162009-09-19T00:28:00.001+03:002009-09-19T00:31:12.277+03:00Fotoğraf Üzerine Kafa Yormalar -1<div align="justify">FK'daki çok dinamik gruplarım ve özellikle deviantta izlediğim çok kayda değer fotoğrafçılar benim ufkumu inanılmaz genişletti zaman içerisinde. Bunu tam olarak tarif etmek olanaksız. Özetle uçsuz bucaksız bir okyanusa açılmış gibi hissediyorum. Çıkış yaptığım noktaya asla geri dönmeyecek şekilde!</div><div align="justify"><br />İnanır mısınız fotokritik ve başka sitelerde teknik olarak çok başarılı ama bildik kompozisyonlara bakmaya iğrenir oldum. Resmen tiksiniyorum. Yani teknik açıdan kusursuz bir çalışma görüyorum tamam AMA yaratıcılık sıfır, hatta eksi beş! Hemen her fotoğraf sitesinde gördüğümüz fotoğraflardan farksız. Yüzbinlerce benzeri var. Aynı kompozisyon sürekli. Kimisi teknik açıdan berbat, kimisi eh işte, kimisi iyi kimisi de mükemmel. Ama içerik HEP AYNI! Bu durumdan tiksinti duymaya başladım. Öyle böyle değil hemde. Bence fotoğraf bu değil!</div><div align="justify"><br />Erdal Kınacı'da her fırsatta bunu haykırıyor ama kimse duymuyor anlamıyor. Eğer "ben buradayım" demek istiyorsanız kendinizi göstermek istiyorsanız haydi bunu da geçin gerçek anlamda ruhen tatmin olmak istiyorsanız bu çapulcu yığınından farklı bir şeyler üretmek zorundasınız. Bu mutlak ve gerek şart. Teknik öğrenilir bir de yahu! Kıçınızı yırtarsınız, ortalamanın üzerinde bir ekipman alırsınız, çok titizlenirsiniz en sonunda kıra döke azimle filan ortaya teknik açıdan şahane bir şey çıkartırsınız. Ama o kadar! Ötesi yok! Kendinizden bir şey yoksa sonuç sıfır. hakikaten sıfır. Sadece ne olur? Yağcılar börekçiler sıraya dizilir şakşaklar oley der havaya atar ama hepsi sahtedir, boştur, palavradır! Geriye kalan tın tın boş bir sedadır.</div><div align="justify"><br />Yaratıcılık... İşte bu her şeyin üzerindedir... Anlayana!</div>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-28138780334894964462009-09-03T11:29:00.007+03:002009-09-03T11:35:43.392+03:00Summer 1999<div align="center">.<br /><br /><em>düşler zamanla silinirken belleğimden<br />hatıralar daha da güçlenir küllerinde<br />ufak yıpranışlar ve değişim<br />kayaya etkisi bir nehrin<br />ve yaprak gibi savrulabilirsen rüzgârda<br />yara almadan ve de bir parçası olup onun<br />düşler ülkesine girersin sonunda </em><br /><br /><span style="font-size:78%;">Büyük Kalpli Duygusal<br />Summer 1999</span><br /><br /><a href="http://tinypic.com/" target="_blank"><img style="WIDTH: 337px; HEIGHT: 292px" height="350" alt="Image and video hosting by TinyPic" src="http://i30.tinypic.com/1446r4.jpg" width="349" border="0" /></a><br />Fotoğraf: OnurY</div><div align="center"></div><div align="center">.</div>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-48912752685535180852009-09-03T11:24:00.004+03:002009-09-03T11:28:06.989+03:00Leb-i Pâk.<br /><br />Mikropların ve mikroorganizmaların bulunmadığı tek yer <em>dudaklar</em>mış...<br />Öpüşmelerin mahremiyeti mikro düzeyde bile korunuyor o zaman... :)<br /><br /><div align="center"><br /><br /><a href="http://tinypic.com/" target="_blank"><img height="280" alt="Image and video hosting by TinyPic" src="http://i32.tinypic.com/izulih.jpg" width="360" border="0" /></a><br />Fotoğraf: OnurY</div><div align="center"></div><div align="left">.</div>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-45772432827389584772009-09-03T11:16:00.003+03:002009-09-03T11:21:50.821+03:00Doksanların hesabını kim verecek?<div align="justify"></div><div align="justify"><br />İngilizcede karşılığı olup bizde olmayan "decade" yani on yıllık zaman süreci genellikle asırları ona bölüp değerlendirmek için sıklıkla kullanılıyor malum. Decade'in bizde karşılığı olmamasına rağmen bu on yılları değerlendirme huyu bize çoktan sirayet etmiş durumda. Seksenler, yetmişli yıllar, ikibinler gibi. Aslında 68 kuşağı gibi daha dar kavramlar da değerlendirme kategorimizde mevcut. Kabaca on yılları ele aldığımızda kırklı yılları savaş sırası ve savaş sonrası (post-war) olarak ikiye ayırıyoruz, mesela benim için o yıllar propaganda amaçlı kahramanlık ya da savaşın acılarını azaltmaya yönelik eğlence filmlerini çağrıştırır. Ayrıca kırklar kendine özgü çok şık giyim tarzı ve avrupalı yanı ağır basan bir dönemdir... Ellilerin ilk yarısında kırkların etkisi baskındır, sosyal hadiselere vurgu fazladır, ayrıca dünyanın iki kutup açısından iyice gerildiği bir dönemdir. Muhafazar baskı da ikinci yarıdan itibaren ağırlaşır ve hatta bir kabus gibi çöker. Bu durum altmışların sonuna dek sürer. Prototip, rafine bir aile, paranoyak haller, hemen bastırılan gençlik isyanları (bakınız dönem filmleri) ve mutlak otorite hakim olur bir buçuk "decade" boyunca. Ta ki altmışların sonundaki müthiş başkaldırışa dek.O dönem artık onyıllık dönem tanımlarının dışında ayrıcalıklı bir fasıldır, bir soluk alma, bir deşarj olma anıdır. Ve akabinde çiçek çocukları, özgürlüklerin genişlediği, filmlerde adalet arayışlarının başladığı, devletin sorgulandığı, muhafazakarlığın kırıldığı ve hatta globalleşmenin ekinlerinin atıldığı bir dönem başlar: yetmişler....Yetmişler benim çocukluk yıllarıma denk gelmesinin haricinde, dışarıda kısa sürüp sönükleşen asi hareketin ülkemizde kalıcılaştığı bir zaman dilimidir. Bugün bile sık sık taklit edilen stilize giyim tarzı, muhteşem müzikleri ve sinemaskop filmleri ile yüzyıla damgasını vurmuş bir dönemdir.. Ve azgınlığın sonu bozgunluktur hesabı ardından gelen seksenler. Seksenler, aynı ellilerdeki gibi mutlak otoritenin yeşerdiği neofaşizmin yumruğunu masaya vurduğu, apolitizmin damarlara bolca zerk edildiği bir çağın başlangıcıdır. Ancak kendi çerçevesinde çok özelbir dönemi de yaratmıştır: sonra doğan kuşakların sürekli duymaktan sinir olduğu şeyi: seksenler fenominini.. punk kelimesi neredeyse seksenler ile özdeşleşmiştir. Dönemin isyankarlıktan uzakromantik müzikleri gerçekten de güzeldir. Seksenler aynı zamanda hafızasızlığın, unutmanın da çağıdır, kendinden önceki dönemleri tamamen görmezden gelir. Seksenliler için zaman sanki o dönemde başlamıştır. Seksenler o anlamda bir milattır.</div><div align="justify"><br />Peki ya doksanlar?<br /></div><div align="justify">Ben kendi adıma doksanları hiç bir yere koyamıyorum. Kaldı ki doksanlar gençlik dönemime denk geliyor. Yani tüm gelgitlerimi yaşadığım, içinde bulunduğum zamanı gözlemlediğim, hayatımınbir düzene girdiği (???) dönem.. Kesin olarak şunu söyleyebiliyorum: Doksanların ortasına denk seksenlerin ağırlığı vardır, aynen ellilerin başlarında kırkların ağırlığı olduğu gibi..Doksanlar bir geçiş döneminden farksızdır ve kendine has bir özelliği yoktur. y2k, doğu blokunun dağılması, ve bir yüzyılın sona ermesinin yaklaştığı dönem olması haricinde kişilik ve kayıp bir on yıldan başka nedir Allah aşkına? Az önce okuduğum bir yorumda "Kapitalizmin adamakıllı oturduğu, köşeyi dönme olgusunun, uğruna her şey feda edilebilecek tek amaç olarak zihinlere yerleştiği,sanat da dahil olmak üzere, üzerinden para kazanılabilen her şeyde samimiyet, bir daha geri gelmemek üzere yok olmuştur" denilse de aslında bunun tohumları seksenlerde atılmıştır, doksanlarda sadece hasat alınmıştır. Evet biraz daha zorlarsak doksanlara dair şunları da sayabiliriz: körfez krizleri, grunge, michael jordan, özel tv'ler ve radyolar, oasis, braveheart, fight club, forrest gump, jerry maguire, pulp fiction, speed, pretty woman,alanis morissette, ace of base, fiona apple, the backstreet boys, macarena, salt-n-pepa, the spice girls, ally mcbeal, twin peaks, dawson's creek... hepsi bu kadar ama! </div>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-24346902875042566062009-08-31T16:53:00.004+03:002009-09-03T11:41:00.761+03:00Dünyevi yolculukların içsel yolculuklara dönüşmesi üzerine<div align="center">.<br /><a href="http://tinypic.com/" target="_blank"><img height="244" alt="Image and video hosting by TinyPic" src="http://i32.tinypic.com/293bkuv.jpg" width="409" border="0" /></a><br />Fotoğraf: OnurY<br /><br /></div><div align="justify">Bazen yolculuklar, gidilecek yerden daha güzeldir. Daha fazla heyecan yaşatır insana. Ve hatta kimi zaman değil daima böyledir. Dünyevi yolculuklar beni hep kaygılandırır ama bu kaygı yolun tehlikeleri ya da kentin ve yaşadığım evin konforundan uzaklaşmak değil de çıkılacak yolculuğun içsel yolculuğa dönüşeceğini bilmektir sanıyorum. İç dünyam daha yola çıkmadan kıpırdamaya başlar, kalbim de ritmini değiştirmeye..</div><div align="justify"></div><div align="justify">Bir insanın uzun yolculuklarda, anıları ve umutları üzerine yapacağı hesaplaşmalar, bu yolculuğun içsel yolculuğa dönüşmesiyle mümkün olur. Buna kendisini hazırlamış her kişi de rahatlıkla bu yolculuğa çıkar ve kendisiyle hesaplaşır.</div><div align="justify"></div><div align="justify">İçsel yolculuklarınız eksik olmasın...</div>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-62970790757556547542009-08-28T11:46:00.006+03:002009-08-28T12:10:15.507+03:00Mezatifik bir güve-nilirlikteki simge: Gece Kelebeği<div align="center">.<br /></div><div align="center"></div><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5374935184217000946" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 320px; CURSOR: hand; HEIGHT: 320px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiiLHmDQ6caJMHpg86fjp2FoHg-NC1_J1q14WcaparNDQJZB7r8AScYXcjwmjNO8ncZ_XmBrOeD3Ll3h7y8PhMjnjAq_zpMh8i5R8ASEbdOaKQsEwNZY-ec9lW9U5rCxqVaKw1ylgzwaDvX/s320/mothematic_by_OnurY.jpg" border="0" /> <p align="center">Fotoğraf: OnurY </p><p align="center"><em></em></p><p align="justify"><em>şeylerin, sözlerin, simgelerin,</em><br /><em>"keder veren bilgi"nin üstünden, ötesinden</em><br /><em>kanadıyla düşünceye arpejler ekleyerek,</em><br /><em>gelen sen misin, sen beklenmeyen konuk,</em><br /><em>sen gece kelebeği ?</em><br /><br />Yönlerini gök yüzündeki en parlak ışığa göre tayin ediyormuş bu çok özel uçarcalar. Mesela Ay kendilerine hep aynı açıdan görünmekteyse anlarlarmış ki halihazırda düz gitmektedirler. Başka bir deyişle bu canlıların geometrik anlayışını ışık tayin ediyormuş. Öte yandan evriminin bir aşamasında sivri akıllı bir canlı türü ampül denilen icadı çıkarınca, güveler sonsuz uzaklıktaki ay veya yıldızlar yerine daha parlak olan bu ışığı referans almışlar. Velakin güvelerimizin bu yakınlıktaki ışığa nazaran "düz" gidebilmeleri için daire çizmeleri gerekiyormuş; zira düzlük kriteri ışığın aynı yönden gelmesiymiş. Hal böyle olunca gece açtığı için güveler vasıtasıyla üreyebilen nice çiçek üreyemiyor ve dahi onların da nesli tükeniyor ve böylece ampul yaksanız dahi doğayı tahriş etmiş oluyorsunuz sayın seyirciler. yaaaa...</p><p align="justify">Yünlü kıyafetlerimizi büyük bir keyifle delik deşik eden, kimi kültürlerce pek uğurlu sayılmayan bu uçarcayı şahsım adına çok seviyorum. Onlarla özellikle gündüz etkileşimlerimiz hayli sıkça. Naz yapmadan, itirazsız poz vermeleri, kondukları yerleri iyi seçmeleri ve estetik açıdan çok görkemli olmaları hep ilgimi çekmiştir. Tarağa benzeyen duyargaları, geniş ve bol desenli kanatları, sakin yaradılışları da dikkat çekici yanlarından birisidir. Naftalinsiz günler dilerim efendim...</p><p align="justify">.</p><p align="center"><a href="http://tinypic.com/" target="_blank"><img style="WIDTH: 428px; HEIGHT: 260px" height="321" alt="Image and video hosting by TinyPic" src="http://i27.tinypic.com/ir7pms.jpg" width="502" border="0" /></a></p><p align="center">Fotoğraf:OnurY</p><p></p>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-68714828646221656272009-08-28T09:59:00.005+03:002009-08-28T10:40:32.422+03:00Papatya Hanımın Dikkatine<p align="center">.</p><p align="center"><a href="http://tinypic.com/" target="_blank"><img height="255" alt="Image and video hosting by TinyPic" src="http://i30.tinypic.com/i4pumd.jpg" width="367" border="0" /></a></p><p align="center">Fotoğraf: OnurY</p><p align="justify">Dün bir faks gönderdim. Gönderdiğim faksın başında "Papatya Hanımın Dikkatine" yazdıktan sonra birden aklıma bir dönem sık sık emailler vasıtasıyla elimize geçen tuhaf isimler geldi: Müslüm Karpuz, Şehriye Pilav, Satılmış Portakal, Sanayi Horoz vs... Kısa bir aramayla internette listeler halinde bulabilirsiniz bunları. </p><div align="justify"></div><div align="justify">Yok hayır ben hiç kimsenin ismiyle soyadıyla uğraşacak değilim, haddim değil. Benim merak ettiğim bu isimleri çocuklarına layık gören ana babaların ruh halleri. Ciddiyetten uzak, mizahi yönleri kuvvetli, sıradışı olmanın yollarını arayan ebeveynlerdir diye düşünmüşümdür hep kendilerini. Asla cahillik, düşüncesizlik gibi yaftalama yapmıyorum zira böylesi bir temeyyüz durumunu hasıl etmek kıvrak zeka gerektirir, ilaveten derin bir mizah anlayışı da...</div><div align="justify"> </div><div align="justify"></div><div align="justify">Biz sıradan kullara da kendi istemleri dışında bu isim soyadları almış kişilerle uğraşmak düşer işte... Kendi sıradanlığımızın verdiği ruh sıkıntısı ve haset.... </div>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-9355927967504412152009-08-24T14:08:00.007+03:002009-08-24T14:53:41.943+03:00Kaynağından Bilgi Sebili - Keşkül<div align="justify">.</div><p align="center"><a href="http://tinypic.com/" target="_blank"><img height="191" alt="Image and video hosting by TinyPic" src="http://i32.tinypic.com/nyu1vl.jpg" width="317" border="0" /></a></p><div align="center">Fotoğraf: OnurY</div><div align="center">.</div><div align="justify"></div><div align="justify"></div><div align="justify">Beni yakından tanıyanlar sinema, fotoğraf gibi görsel sanatlarla kısıtlı kaldığımı düşünüyor olabilirler. Ama bu ikisinden de daha eski bir ilgi alanım var: Etimoloji... Peki nedir bu derseniz hemen vikileyelim: Köken bilimi veya etimoloji (Yunanca ἐτυμολογία / etimología), bir dildeki sözcüklerin kökenlerini ve bunun bir gereği olarak o dilin diğer dillerle ve o dili konuşan toplulukların geçmişten bugüne diğer topluluklarla olan kültürel ilişkilerini araştırır. Bir başka tabirle köken bilimi, bir kelimenin ya da dildeki benzer bir kullanımın gelişme sürecinin ilk ortaya çıkışından itibaren izlenmesi, hangi dillerde ne şekilde yayıldığının tespit edilerek parça ya da bileşenlerinin analiz edilmesi bilimidir.</div><div align="justify"></div><div align="justify">İşte blogumda zaman zaman hep kullanageldiğimiz kelimelerin kökenlerine ve çıkış noktalarına değineceğiz. İlk kelimemiz ise: <strong>Keşkül. </strong>En sevdiğim sütlü tatlılar arasında birinci sıraya koyabileceğim bu tatlının kökenini araştırdım dün. Aslında buna sebep olan neden bu aralar okuduğum kitap ve romanlarda sıklıkla karşılaştığım derviş keşkülü ile sütlü tatlı arasında bir bağ olup olmadığını merak etmem idi. Evet bir bağ varmış. Buyurun detaylı araştırmalarım sonucu elde ettiğim bilgilere:</div><div align="justify"></div><div align="justify">eskiden gezgin dervişlerin ve dilencilerin kollarına takarak taşıdıkları ve herkesin önüne uzattıkları hindistan cevizi kabuğundan ya da abanozdan yapılmış dilenci çanağına keşkül denirmiş. Yapımında en çok abanoz yeğlenirmiş ama hindistan cevizi de kullanmış. Kayık biçiminde olup üzerinde ayetler, özdeyişler ve motifler bulunurmuş. İki sivri ucundan ince bir zincir geçermiş ve omuza ya da kola takılarak taşınırmış.</div><div align="justify"></div><div align="justify">Dervişler sadaka toplarken "hu" diye seslenerek keşkülü uzatırlarmış insanlara. Sufilerde ise keşkülle sadaka toplamaya "selmana çıkmak" denirmiş. Toplanan paralar tekkeye götürülüp teslim edilirmiş. Keşkülün daha uzun ismi ise Keşkül-ü Fukara imiş. Bu para toplama çanağı zamanla keşkül tatlısına da ismini vermiş. Büyük ihtimalle bu çanaklarda ayrıca bu tatlı da yapılıyordu ya da bu tatlı hindistan cevizi kabuğununun içinde yapıldığı yapıldığı için aynı kap her ikisine de bu ismi verdi. Günümüzde bütün traş bıçaklarına jilet, bütün dört çekerlere jip dediğimiz gibi... :)</div><div align="justify"></div><div align="justify">Daha pirinç unu ve nişastanın mutfaklarda koyulaştırıcı olarak kullanılmadığı zamanlarda sütü koyulaştırmak için bademlerin kabukları soyulur, suda bekletilir ve incecik öğütülerek süzülür ve süte katılırmış. Buna da badem sübyesi veya badem sütü denirmiş. Biraz da Hindistan cevizi rendesi ve şeker eklenip süt ocağa oturtulur ve koyulaşıncaya kadar kaynatılırmış. Ama günümüzde bademin koyulaştırıcı özelliği unutulmuştur tabi. </div><div align="justify"></div><div align="justify">Keşkül demişken bu konuda oldukça hassas bir damak zevkine sahip olduğum için son yıllarda lezzettli, adam akıllı yapılmış keşkül yiyemediğimi belirtmek isterim. Belki bir gün Anadolu'nun ücra bir kasabasında bu keyfi yeniden yaşarım....</div><div align="justify"></div>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-75963205605927485242009-08-14T10:52:00.009+03:002009-08-14T11:05:18.956+03:00Sert ve Tuhaf Adam Takeshi Kitano Tasviri.<br /><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5369724311774318690" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 100px; CURSOR: hand; HEIGHT: 140px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJj9o9a0XhDKb7hMvCIOsg97703zvCDX-L8oDl1iBba_n82YJzejRRv_FnBVaPe5f28W2Xqz1Th73ad7RZKD-DIht96sJ7RQMkgbQNfsJofEAFwJCMaqfn0Z0KGR_xZyGOWCv4tncZ7aLE/s320/kitano.jpg" border="0" /><br /><div></div>• Son derece acımasızdır, kötü adamlara karşı asla acımaz, eli ağırdır (Hanibi’deuyuşturucu satıcısına 24 tokat attığını saymıştım, kodu mu oturtur, öfkesi kabardıysa şarjörü boşaltır, sağ bırakmaz. Acemilere ders vermeyi ihmal etmez (Hani-bi’de ağzına kurşun koyduğu çaylağa yumruğu çakar, bir başkasını önce affeder, birdaha karşıma çıkarsan öldürürüm der, çıkınca da kafasına sıkar)<br />• Mutlaka çok sevdiği bir karısı ya da kızı vardır. Sevgisini çok belli etmez ama onlara sahip çıkar. Namusu söz konusu olunca sevdiğini gözünü kırpmadan vurur. (Violent Cop’ta uyuşturucuya alıştırılmış ve defalarca tecavüz edilen kızkardeşini, Hanibi’de karısına sıkar kurşunu umarsızca)<br />• Filmlerde mutlaka öldürülür ya da çaresiz kalınca kafasına sıkar<br />• Son derece cool’dur. Karizmatiktir. Soğukkanlıdır, çok az konuşur. Çok şık giyinir.<br />• Tüm ciddi görüntüsüne rağmen mizahtan kaçınmaz. Uçuk kaçık, olmadık muziplikler yapar. Ama güldüğünü çok zor görürüz.<br />• Otoriteye aldırmaz, patronu, müdürü iplemez, gerekirse işinden olur (Violent Cop’ta polislikten atılır, Hani-bi’de eski polis rolü yine benzer atılma gerekçesine bağlanabilir)<br />• Eğlenceden uzak durmaz, maksat muhabbet olsun der (pek konuşmaz ama karşısında konuşanı sükunetle dinler)<br />• Yaratıcıdır, eli her şeye yatkındır, kıvrak zekalıdır (Brother’da kaçıp sığındığı Amerika’da kısa sürede çete kurar, Hani-bi’de polis otosu imal eder)<br />• Sigara ve güneş gözlüğü vazgeçilmezleridir.<br />• Pastoral manzaralar ve okyanus kıyısı huzur bulduğu nadir mekanlardır.<br />• Mahzun ve masum bakar ama köteği ne zaman atacağı belli olmaz. Dış görünüşüne aldanan yanar.<br />• Kötü adamlarla savaşırken masumların zayiatını umursamaz, kurunun yanında yaş da yanar zihniyetindedir.<br />• Her şeye rağmen kötülerin imhası için her memlekete gerekli bir sert adam modelidir.<br /><br />Ayrıca şu bilgileri verelim:<br />Dolls filmi ise Kitano'nun çok farklı sularda gezindiği bir filmdir. Onu ayrı tutmak gerekir. Keza Zatoichi için apayrı bir pencere açıp konuşmak gerekir. Takeshi Kitano, 1980 önce çok çetrefilli ve berduş bir hayata sahipmiş...Neden sonra bir tv programı onu milyonların sevgilisi yapmış. Ve yapacileceği en iyi şeyi yani yaşadıklarını aktarmaya karar vermiş.OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-49766194411248997612009-08-10T10:41:00.002+03:002009-08-10T10:47:19.665+03:00Sinema Budur!Bu sefer bir alıntı yapmak istiyorum. Okunması, okutulması gereken bir yazı...<br /><br /><div align="justify">"Sinema, Bertollucci'nin dediği gibi, bir ayindir. İnsanların akın akın gittiği sinema salonu adı verilen tapınakları; her dinsel törenin olduğu gibi, kendine ait bir düzeni, kuralları vardır. Ayinin doruk noktası, ışıkların söndüğü ve perdenin aydınlandığı o andır. Bu kural, kuşkusuz tesadüfen ortaya çıkmış değildir. Aksine, kökü yüz yıl öncesine dayanan bir geleneğin izlerini taşır ve tüm dinsel törenlerde olduğu gibi, katılımcılar için, yaşam felsefelerinin sembolik bir yansımasını içerdiği için son derece önemli bir anlam ifade eder: Işıkların sönmesiyle, insanlar, etraflarındaki hiçbir şeyi göremedikleri korkunç bir karanlığın içine çekilirler ve bu, kişinin dış dünyayla arasındaki tüm ilişkinin kesilmesi anlamına gelir. Hemen ardından beyazperdenin aydınlanması ise, dış dünyaya, yepyeni, sihirli bir pencerenin açılması anlamını taşır.</div><div align="justify"> </div><div align="justify">Sinema bir sığınaktır. Birçok sinemasever, farkında olarak ya da olmadan, sığınmak amacıyla gider sinemaya... Sokakta, evde, işyerinde her an yaşanan şiddetli bir bombardımandan kaçarak girilen, herkese yetecek kadar gaz maskesinin bulunduğu, kalın duvarlı, gümüş perdeli bir sığınaktır sinema...</div><div align="justify"> </div><div align="justify">Sinema bir kaçıştır. Bu gerçeği yaşamanın ya da bilmenin ya da telaffuz etmenin korkulacak bir tarafı da yoktur. Sinema, insanların kullandığı yüzlerce kaçış yolundan sadece bir tanesidir ve diskolardan daha düzeyli ve daha onurlu, barlardan daha öğretici, uyuşturucudan daha sağlıklı ve daha cesurca, evlerden daha canlı va daha renkli, ruhlardan ise daha kalabalıktır.</div><div align="justify"> </div><div align="justify">Sinema bir illüzyondur. Şapkadan tavşan çıkarmanın daha gelişmiş bir versiyonudur. Sinemanın bu özelliği yeni bir şey değil, tam tersine, onun icad edildiği ve birbirini takip eden fotoğrafların, kapasitesi sınırlı bir göze sahip seyirciye hareketli görüntüymüş gibi yutturulduğu andan beri varolan bir gerçektir.</div><div align="justify"> </div><div align="justify">Sinema çöl ortasında görülen bir seraptır. Tek farkla: Kimi zaman, karşınızda duruyormuş gibi görünen o küçük gölden gerçekten su içebilirsiniz.</div><div align="justify"> </div><div align="justify">Sinema öylesine güçlüdür ki hayat onu taklit eder. Çevrenize bir bakın; daha önce çekilmiş kimi sahnelerin oynandığını, daha önce yazılmış kimi diyalogların söylendiğini göreceksiniz.</div><div align="justify"> </div><div align="justify">Sinema insanın hikayesidir. Kah yeni baştan, kah sıfırdan başlayarak anlatılır. Ve sinema, insanın hikayesini anlatmanın en güzel ve en güçlü yollarından biri, belki de birincisidir.</div><div align="justify"> </div><div align="justify">Sinema tanımak ve anlamaktır. İnsanları, yaşamları, korkuları, özlemleri, yalanları, aşkları, kalleşlikleri, kahramanlıkları tanımaktır. Sinema, insanın yaşamadan edindiği deneyimlerdir. Gerçek yaşam için bir modeldir. Perdede doğan insanların bazıları birer hayalet gibi aramızda dolaşırlar ve kendi başlarını belaya sokan işlere karışmamamızı, kendilerini mutlu kılan şeyleri taklit etmemizi isterler. Bir film, kimi zaman, bin nasihatten iyidir.</div><div align="justify"> </div><div align="justify">Sinema bir sevdadır. Ancak mantığa dayalı değildir; ne bu sevdanın nedeni, ne de zaman başladığı bilinebilir. Sinemasever, aşkının gerekçesini açıklayamaz ve bu ilişkiyi ne zamandır sürdürdüğünü söyleyemez. Bu nedenle, sinema sevgisinin insanın genlerinde yer aldığı rahatlıkla iddia edilebilir.</div><div align="justify"> </div><div align="justify">Sinema öylesine dehşetli bir alışkanlıktır ki, bağımlı kişiler bir hafta gibi bir süre ondan uzak kalırsa içlerinde karşı konulamaz derecede büyük bir sinemaya gitme arzusu duyarlar. Seçici bir değildir bu; tatmin olması için ille de iyi bir film izlemesi gerekmez. Mühim olan sadece film izlemektir; ışıklar sönsün, perde aydınlansın yeter...</div><div align="justify"> </div><div align="justify">Sinemasever bir çeşit vampirdir. Karanlık salona girdiğinde, kendisinin bile açıklayamayacağı ve tam da bu nedenle rahatsız edici, garip bir iç huzuru duyar.Beyazperdedeki kurgu-yaşamın aydınlığıyla sarsılır. Salondan çıktıktan sonra, gerçek yaşamın ışığı gözlerini kamaştırır, sendelemesine, bocalamasına yol açar. Ürker, çevresine uyum sağlayamaz ve bir süre içine kapanır.</div><div align="justify"> </div><div align="justify">Sinemasever görüntülerle beslenen bir yaratıktır. Salonda bulunduğu iki saat boyunca önünden geçen on binlerce kareyi izlemekle kalmaz, gözlerini kapar ve o anda bütün kareleri içine hapsetmiş olur. Ancak bu kareler iyi huylu varlıklar değildir ve zamanla, içine girdikleri insanın kontrolünü ele geçirirler. Sinemasever artık dünyayı olduğu gibi algılayamaz; bir vizörden bakar etrafına (sinema duygusu denilen şey tam da budur zaten)... Kendine göre kadrajlar ve açılar bulur, dünyayı kendine göre ışıklandırır. Dünya binlerce kareden, plandan ibaret gibi görünmeye başlar. Artık yürürken aslında kaydırma yapmaktadır. Başını çevirmesi ise pan anlamına gelir.</div><div align="justify"> </div><div align="justify">Sinemasever, garip bir biçimde, yaşamını izlediği filmleri ilişkilendirir. O kızla ilk kez şu filme gitmiştik der. Şu filmin on dakika arasında onun öldürüldüğünü öğrendim der. Şu filmden çıktıktan sonra sarhoş olana kadar içmiştim der. Şu filmden çıktıktan sonra sersemlemiş, ne yaptığımı bilmeden sokaklarda yürümüştüm der. Filmleri, sahneleri, yönetmenleri, oyuncuları hatırlaması için eğittiği belleği (ki bunları unutursa yaşamı büyük ölçüde anlamsızlaşabilir), filmlerden gelen sahneleri, gerçek yaşamındaki sahnelerle birlikte bugüne taşır.</div><div align="justify"> </div><div align="justify">Sinema bir çocuğun dört gözle beklediği bayramdır. Lobi fotoğraflarından bir filmin nasıl olduğunu anlamaya çalışmak, bir afişi nadide bir tablo gibi seyretmek, film başlamadan önce dört beş fragman gösterilmesi için dua etmek, çekimlerinin başladığını öğrendiğiniz filmi izlemek için iki yıl boyunca beklemek, sizi bir parça da olsa değiştiren filmi tekrar tekrar izlemek ve her seferinde aynı sızıyı hissetmek, bir fragmanı, bir planı, bir sahneyi, bir filmi, bir diyaloğu ya da bir oyuncuyu sevmektir.</div><div align="justify"> </div><div align="justify">İşte bütün bunlar yüzünden, izleyici-sinema ilişkisinin duygusal bir tarafı vardır (sinemasever boşuboşuna söylenmiş bir laf değildir) ve sinemadan sözederken duyguyu dikkate almayanların, sinemanın yalnızca izlenmediğini aynı zamanda hissedildiğini önemsemeyenlerin filmleri yalnızca akıl yoluyla anlamaya çalışanların söyledikleri hep eksik kalır. İşte bu yüzden onların kolları sinemayı kucaklayacak kadar büyük değildir.</div><div align="justify"> </div><div align="justify">Zira, sinema hayatın ta kendisidir.</div><br />Antrakt-51.sayıAralık 1995sf.45OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-78124886802484190792009-08-07T14:04:00.003+03:002009-08-07T14:20:06.054+03:00Kayıp Şimdinin Melankolik Reddi<div align="justify">Şimdiki zamanı reddetmek acaba nev-i çağına münhasır bir husus mudur yoksa her daim tefekkür edilen bir durum mudur hep merak etmişimdir. İnsanoğlunun kifayetsiz muhteris doğasının makus bir talihi midir yoksa? Bunun yanıtını tarihin kayıtlarını sürekli inceleyen tarihçiler verebilir ancak. Edebiyatın kurgusal yapısı dolayısıyla doğru yanıtı orada bulamayabiliriz. Yaşadığı çağdan memnun olanların keyfiyetlerinin sebebi bulundukları koşullar yani bizzat bencilliklerinin tatminiyle mi sınırlıdır? </div><div align="justify">Entellektüel birey, sadece kendi gerçekliğinin tatminiyle mutlu olmaz. Yaşadığı çevre, toplum ve hatta diğer toplumların yaşadıkları da onun duyarlılığı kapsamındadır. Bu nedenle yaşadığı zaman dilimine dair bir fikre sahip olabilir. Elbette ki dünyanın en zor zamanları savaşlardır, ancak dünya savaşlarının olmadığı zamanlarda dünyanın pek çok yerinde zulümler devam etmektedir. Hem de bizzat hakim olanların kontrolünde. Lokal de olsa yaşanan acıların dünya savaşlarında daha fazla insanın yaşadığı acılardan en ufak farkı yoktur.</div><div align="justify">Bunların haricinde kültürel yozlaşmaların arttığı, bunun sanata yansıdığı durumlar da yine ayrı bir kahır sebebidir. Zira insan ruhunun kiri kültür, sanat olmaksızın arınmaz, doğasında olan azgınlık dizginlenmez.</div><div align="justify">Bunca lafı neden saydım, ben de şimdiki zamanın romantik redcilerinden birisiyim de ondan...</div><div align="justify">...</div><div align="justify"></div><p align="center"><a href="http://tinypic.com/" target="_blank"><img style="WIDTH: 220px; HEIGHT: 328px" height="373" alt="Image and video hosting by TinyPic" src="http://i28.tinypic.com/11ud9o9.jpg" width="254" border="0" /></a></p><p align="center"><span style="font-size:85%;">Fotoğraf: OnurY</span></p>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-55561912539533744992009-08-04T14:10:00.003+03:002009-08-04T14:39:12.389+03:00Blog Tutkusu Üzerine<div align="justify">Internet bloglarını istatiksel anlamda takip eden ve bu konuda en yetkin teknoloji şirketi olan Technorati'ye göre kayıtlarındaki blog sayısı 133 milyona ulaşmış!! Ancak son 4 ay içerisinde bu blogların sadece ve sadece yüzde 5'inin güncellendiği anlaşılmış. Yani ilk blogun kurulduğunun üzerinden 10 yıl geçmiş ama sistem demode olmaya başlamış. Tabi facebook, twitter gibi yeniliklerin popüler olmasının etkisi. Ama zamanla facebook'da, twitter'da tarih olacak, bambaşka şeyler yerlerini alacak, şimdiki nesil de ileride bunların nostaljisini yapacak :)</div><div align="justify"></div><div align="justify">Şu satırları okuyanların hatırı sayılır bir kısmının en azından denemeleri olmuştur. Heyecanla açtığı blog vs'de iki satır yazdıktan sonra günlük hayatın koşturmacası içinde tekrar geri dönmemiştir sevgili bloğuna. Benim de doksanlı yılların ortalarından itibaren sayısız web sayfası denemelerim oldu. Blog anlamında ise ilk kez wordpress deneyimim oldu. Orada hatırı sayılır bir arşiv oluştururken araya başka şeyler girdi, wordpress yasaklandı derken şu anda linkini bile hatırlamadığım o blogum tarih oldu gitti (hala duruyor mudur acaba?). Tabi yine sahte bir isimle yazıyor olmanın memnuniyetsizliği, düzenli, kararlı bir disiplin içinde olmamam gibi etkenler söz konusu. Ama yine de wordpress en kayda değer kayıtlı web tarihçemdir diyebilirim. Ayrıca forum sitelerinde sevgili <a href="http://www.blogger.com/profile/05536052622210909673">Celil</a> ile uzun zaman boyunca sinema yazılarımız yayınlandı, efsane olduk (bunu takipçilerimiz söylüyorlar) ama en nihayetinde gerçek isimlerimizle yazmıyor oluşumuzun sıkıntısı vardı ve noktayı koymuştuk. Hitap ettiğimiz kesimin yaş ortalaması ve bilinç seviyesi de cabası :)</div><div align="justify"></div><div align="justify">Blogların zamanla online gazetelerin içlerine gömüleceği ve bambaşka bir hal alacağı gibi öngörüler va ama ben ânı yaşamak ve geleceği planlamamak adına (nasıl planlayabilirim o da ayrı konu, zira bu senin benim şunun kontrolünde olan bir şey değil, her ne kadar öyle olduğu iddia edilse de) bir çaba içerisinde değilim.</div><div align="justify"></div><div align="justify">Sonuç olarak yeni çıkan her şey bir öncekini geleneksel olmaya zorlar. Gelenekselci olmanın olumlu tek yanı da tutarlı olmaktır. Ta ki değişimi fark edip ona uyum sağlayıp tutarlılığı oraya aktarana kadar :)</div><div align="justify"></div><div align="justify">Blogsuz kalmayın...</div>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-31163765597722985072009-07-30T15:14:00.003+03:002009-07-30T15:26:08.365+03:00<div align="justify"><a href="http://images-eu.amazon.com/images/P/B00007DXEN.03.LZZZZZZZ.jpg"><img style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 306px; CURSOR: hand; HEIGHT: 402px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="http://images-eu.amazon.com/images/P/B00007DXEN.03.LZZZZZZZ.jpg" border="0" /></a><br />Weisse Rauschen, Das (2001)<br /><br /><a href="http://us.imdb.com/title/tt0276617/">http://us.imdb.com/title/tt0276617/</a><br /><br /><div align="justify">Standart bir hayat nedir? Standart bir insan nasıldır? Kriterler nelerdir? Anomaliler hayatın "olağan" olgularından biri olarak mı kabul edilmelidir yoksa tümüyle yadsınmalı ve bunun bir felaket olduğu mu benimsenmelidir? Normal şartlar doğal yani doğanın içinde hep var olan normalden sapma, tüm canlıların tüm benliğiyle reddettiği bir gerçekliktir. Evet aslında bir gerçekliktir ama hep yadsınmış, lanetlenmiştir. Ucube, deli, sapık, çatlak gibi pek çok terim istem dışı bir oluşumu küçümsemek, hor görmek ve lanetlemek için kullanıgelmiştir. Normal olmamak yani normal kriterlerinden farklı olmak aslında istem dışıve isteme bağlı olarak ikiye ayrılır. İsteme bağlı olarak normal kriterlerekarşı gelmek (ki şu an konumuz bu değil) herkesin normal kabul ettiği formlara, alışkanlıklara ve geleneklere bilinçli bir şekilde karşı gelmektir. Diğerinde ise bilinçsiz ve kontrolsüz bir sapma söz konusudur. Yani beyninize mantık ve akıl vasıtasıyla hükmetme şansınız yoktur. Önemli bir kısmı genetik faktörlere bağlı olarak beyinde kimyasal, yapısal değişiklikler gibi çeşitli sebeplere dayanan bu anomalilerin çeşitli sonuçları vardır. Bunlardan en çokrastlanılanı ve bilineni de şizofrenidir. Şizofrenin en kırılgan etkisi hastanın normal bir yaşantı sürmesinin çok azalmasıdır. Çevresinden çok hastanın kendine zarar verme olasılığının çok yüksek olduğu ve sıklaşan nöbetlerle kendini gösterenhastalık müdahale edilmediği sürece giderek ağırlaşır. Genellikle olmayan şeylerişitme, görme ve kokusunu alma şeklinde ortaya çıkan halüsinasyonlar ağırlaşmış durumlarda hissetmeye kadar varabilir.</div><br /><br /><p align="left"><img style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 200px; CURSOR: hand; HEIGHT: 128px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="http://www.filmz.de/film_2002/das_weisse_rauschen/foto.jpg" border="0" /></p>Aslında şizofreni çoğu zaman sinemaya aktarılmış bir konu. Bunlardan en popüler olanı da Akıl Oyunları (<a href="http://us.imdb.com/title/tt0268978/">A Beautiful Mind</a>) filmidir sanıyorum. Gerçi o film konuya ne kadar yeterli müdahil olmuştur tartışılır ya da daha doğru ifadeyle o filmin aktarımdaki en başta gelen ya da baskın konu şizofreni midir derseniz hayır derim hemen.</div><div align="justify"><br /><div align="justify">Filmimizin kahramanı Lukas (Daniel Brühl--kendisini Good Bye Lenin! ve Die Fetten Jahre sind vorbei gibi filmlerden gayet iyi tanıyoruz) şizofrenin genellikle bireyde etkisini göstermeye başladığı yaşlar olan onyedilerinde bir gençtir. Köln'de sevgilisi ile yaşayan ablasının yanına gelir ve onların dairesinde kalmaya başlar. Başlangıçta her şey normaldir, üçü birden büyük şehrin eğlenceli hayatınadalarlar. Ablasının erkek arkadaşı çok kafa dengi bir adamdır, onunla çok iyi anlaşır. Hatta bir kız ile tanışır..ama... Kısa sürede Lukas'ın paranoyak şizofreninin makus belirtilerini göstermeye başlar. Bundan sonrası başta Lukas olmak üzere herkes için çok zorlu olmaya başlayacaktır. Film tam burada başlıyor işte. İlk onbeş dakika filme biraz müsaade ederseniz bir süre sonra müthiş bir akıcılık içinde buluyorsunuz kendinizi. Enfes kurgusu, halüsinatif ve son derece devingen kamera çekimleri, yakın ve ters açılı planlar, bilhassa dış ses kullanımı, fon müziği seçimi ve eşsiz panaromik kadrajlar filmin etkisini fazlasıyla artıyor. Filmi benzerlerinden ayıran en önemli özelliği konuyu uzaktan sadece seyreden bir izleyici yerine bu rahatsızlığı sanki siz de yaşayan bir izleyici konumuna düşüyorsunuz. Bunu yönetmen Hans Weingartner başarı hanesine kocaman bir artı olarak yazıyoruz. Beyaz Ses'in peşindeki Lukas'ın çaresizliğiise yürekleri acıtacak derecede sarsıcı ve etkileyici. Bulursanız izleyin...</div></div>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-29042280595729758322009-07-30T12:55:00.005+03:002009-07-30T13:09:45.195+03:00Infrared Fotoğrafçılığa Dair<div align="justify">Aslında çok derin konu. Bir girersem çıkamayacağım zira özellikle çekim aşamasında uygulanan Infrared Fotoğrafçılığı oldukça detaylı bir konu. Konuya meraklı olanlar için iki adres verelim sonra asıl bahsetmek istediğim konuya geçelim:</div><br /><a href="http://news.deviantart.com/article/36914/">http://news.deviantart.com/article/36914/</a><br /><a href="http://www.jr-worldwi.de/photo/index.html?ir_comparisons.html">http://www.jr-worldwi.de/photo/index.html?ir_comparisons.html</a><br /><br /><div align="justify">Efendim, her şeyin çakması olduğu gibi Infrared (IR) fotoğrafçılığın da çakma hali söz konusu. Yani fotoşopta sonradan fotoğraflarınızı infraredliyebiliyorsunuz. Tabi çoğu zaman çamurlu felaketler elde ediyorsunuz ama kimi zaman da güzel sonuçlar alındığı oluyor. Aşağıdaki örnekler benim yaptığım düzenlemeler. Nazar etme ne olur, uğraş senin de infraredin olur! :)</div><br /><div align="center"><a href="http://tinypic.com/" target="_blank"><img style="WIDTH: 583px; HEIGHT: 263px" height="300" alt="Image and video hosting by TinyPic" src="http://i26.tinypic.com/2zg7s7l.jpg" width="655" border="0" /></a></div><div align="center"><span style="font-size:85%;">Fotoğraf: OnurY</span></div><div align="center"></div><div align="center"><a href="http://tinypic.com/" target="_blank"></a> </div><div align="center"><span style="font-size:85%;"></span></div><div align="center"></div><div align="center"><span style="font-size:85%;"></span></div><div align="center"><a href="http://tinypic.com/" target="_blank"></a></div><div align="center"><span style="font-size:85%;"></span> </div><div align="center"><span style="font-size:85%;"><a href="http://tinypic.com/" target="_blank"><img height="366" alt="Image and video hosting by TinyPic" src="http://i28.tinypic.com/2rpd9x3.jpg" width="414" border="0" /></a></span></div><div align="center"><span style="font-size:85%;">Fotoğraf: OnurY</span></div>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-41504559113074998992009-07-29T15:15:00.005+03:002009-07-29T16:51:02.737+03:00Fotoşop ile fotoğraf üzerinde oynamak doğru mu?<div align="justify">.</div><br /><div align="justify">Hemen cevabı verelim. Evet doğru. Ve bunun cevabı şimdiki zamanda değil geçmişte. Evet aynen öyle; geçmişe bakmamız gerekiyor evvela. Film üzerine çektiği fotoğrafları kendi karanlık odasında işleyenlerin fotoğraflarının hiçbir değeri olmaz aksi halde. Sayısal düzenlemelerle karanlık oda düzenlemeleri arasındaki benzeşimler neredeyse özdeştirler. Karanlık odada fotoğraf işleyen insanların fotoğraf çekme anlayışı ile fotoşop ile fotoğraflarını güzelleştirenler arasındaki fark sadece birinin olanaklarının daha geniş, esnek ve ulaşılabilir olması mı? Elbette değil. Geçmişi bilmeden şu an konusunda ahkam kesmek cahilliktir.</div><div align="justify"><br />Fotoğrafın sanat olan yüzde onluk kısmının tamamı müdahaleli olandır. Müdahalesiz fotoğraf size gözünüzün gördüğünü verir, gözünüzün doğrudan gördüğü sanat değildir, gerçekliktir. Görülmeyeni görmek, ya da görmek istediğinizi yaratmaktır sanat. Gerçeklik yaratılmaz, o mevcuttur zaten, sanat yaratılır. Gerçekliğe müdahalesiz fotoğraf sanat değildir. Filmli fotoğraf zamanında "fotoğraf sanatçısı" olarak anılan insanlar makinelerinden çıkan ruloyu olduğu gibi banyo ettirip bastırıp sergi açıyordu sananlar da büyük gaflet içindeler. Her fotoğrafın çekildikten sonra bir de karanlık oda süreci vardır. Hatta eski zamanlarda "baskı" işlemi bile fotoğrafa müdahale içeriyordu (kullandığınız kağıda göre renk ve karşıtlığın değişmesi gibi). Fotoğrafa müdahale her zaman vardı, hep olacaktır, dün ve bugün teknikleri ve ortamları farklı sadece. Eskinden "karanlık oda"ydı, şimdi "aydınlık oda"... Değişen hiç bir şey yok.</div><div align="justify"><br />Bundan sonra sözü değerli üstadım Serdar Sağkan'a bırakıyorum:</div><div align="justify"><br /><em>"Susayım diyorum da dayanamıyorum..Arkadaşlar, fotografı bilen kişi dijital müdahale işine kafasını takmaz. Altını çiziyorum "müdahale" diyorum "maniplasyon" degil. Maniplasyon ayrı bir konudur. O da fevkalade saygın, estetik ve önemli bir başlıktır. Ayrıca konuşulur.Neden takmaz izah edeyim.Dijital müdahaleye karşı olan ne diyor ?"efendim, fotografın doğal hali olmuyor..."Şimdi mesela bunu telaffuz ettimi biri, birkaç ihtimal var. Yani adam diyor ki, </em></div><div align="justify"><em></em> </div><div align="justify"><em></div></em><div align="justify"><em>1-Ben müdahale etmesini bilmiyorum. Güzel fotografları görünce de kıskanıyorum. Kendimi tatmin etmek ve kıskançlıgımı bastırmak için "canım bunlar müdahaleli, fotograftan sayılmaz" diyorum. "rahatlıyorum".</em></div><div align="justify"><em>2-Birinden böyle bir lakırdı duymuş, ne olup bittigini bilmeden, aynı lafı etrafına satıyor.</em></div><div align="justify"><em></em></div><div align="justify"><em>3-Fotograf adına bildigi tek şey, dijital makinasının deklanşörüne basmak. </em></div><em><div align="justify"><br />Birinci ihtimal psikolojiktir iflah olmaz, onu geçelim. Zira ikna edemezsiniz. Gelelim iki ve üçüncü ihtimallere. Muhteremler, "doğal" olan nedir sizce fotografta ?"efendim analog çekim dogaldır". Siz öyle bilin... </div><div align="justify"><br />-Neden SB analog çekimde, kırmızı, mavi, sarı, yeşil filitreler kullanılıyor ? sonuç doğal çıksın diye mi ?</div><div align="justify"></div><div align="justify">-Banyo sürelerini degiştirme ile kontras ayarları, yakma, gölgeleme numaraları, agrandizörde filitre kullanma, karanlık odada pozlama numaraları sonuç dogal çıksın diye mi ?</div><div align="justify"></div><div align="justify">-Baskı kagıdı degişiklikleri dogal sonuç için mi ?</div><div align="justify"></div><div align="justify">-Peki çift banyo numaraları ? demirli solüsyon ile mavi, nikel ile kırmızı tonlamalar, gümüşü gümüş bromite çevirip agartma işlemleri herhalde dogal görüntü için degil.</div><div align="justify"></div><div align="justify">-Üsüste baskı, sandviç baskı, Tire filim kullanma, solorizasyon, polarizasyon teknikleri. Bunları duydunuz mu ? tamamı karanlık oda işleri. Neden yapılır bunlar ? herhalde görüntü dogal kalsın diye degil.</div><div align="justify"></div><div align="justify">-Kodak filim kullanırsanız sarı ve tonları canlı çıkar. Fuji kullanırsanız yeşil baskındır. Firmalar öyle yapmış. Şimdi bu filimlerle çektigimiz fotograflar dogal renkleri mi ifade ediyor ? Hangi filimi kullanırsak dogal ? neye göre ?</div><div align="justify"></div><div align="justify">-Günbatımı 5500 kelvinlik filimle fotograf çekiyorsunuz. sonuç renkler doğal mı ? hiç öyle fotografta çıkan renklerde gün batımı gerçekte olurmu ? çekin 3200 kelvinlik filimle, çıkan fotografta işte o zaman gerçek renklere yakın sonuç alırsınız. Ama, başta siz kendiniz çektiginiz o fotografı begenmiyeceksiniz. </div><div align="justify"><br />Örnekleri çogaltmak mümkün...<br />Kısaca, Fotograf işinde önemli olan fotografın estetik deger taşımasıdır. Fotografçının ürününe ruhundan, zevkinden, yeteneginden bir şeyler katabilmesidir. Bunu ister karanlık odada yapar, ister bilgisayar başında. Yapsın da nerde yaparsa yapsın. Gerisi lafı güzaftır."</div><div align="justify"></div><div align="justify"></em></div><div align="justify"><em></em></div><div align="justify"></div><div align="justify"></div><div align="justify"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5363855190553861330" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; CURSOR: hand; HEIGHT: 293px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhNLS7QBysgLQnpR6yFfUztHhcU418QjayY1AWWGp94IfVfhu0zqNmbLnUelekZZiv7lIF9mSWHHA8cEETYpzgz9uj8ko3r_zRzbmo9ssoipifMQLBXQtDGFBDTGOUxMdBOHhHNBmpp7X1B/s400/aslan.tilti2sm.jpg" border="0" /></div><p align="center"><span style="font-size:85%;">Fotoğraf: OnurY</span></p>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-25848672732568507772009-07-29T12:06:00.004+03:002009-07-29T12:15:57.847+03:00Pandoranın Kutusundan Çıkan Koca Bir Hayal Kırıklığı.<br /><div align="justify">2 hafta önce pandora.com sanal kitap mağazasından alışveriş yapmaya karar verdim. Elif Şafak'ın iki kitabı (Pinhan ve Mahrem), Marquez'den bir kitap, son dönem popüler yazarım Ballard'dan bir kitap ve Goytisolo'nun bir an önce okumak istediğim bir kitabı daha. Alışveriş toplamım 75 TL civarındaydı ve böylece kargo masrafı da ödemeyecektim. Haftanın sonuna doğru siparişimin gelmediğini görünce hemen pandorayı aradım, Pinhan isimli kitabı bulamadıklarını halen aradıklarını, ertesi gün (cuma) gün ellerine geçeceğini ve bana siparişlerimi kargolayacaklarını söylediler. İşyeri adresimi verdiğim için acelem olmadığını ve Pazartesi yollamalarını istedim. Normalde bu gecikmeyi bana haber vermedikleri için cıngar çıkarmam lazımdı ama tepkilerimi anında gösteren birisi olmayışım şu bünyenin en önemli eksikliklerinden birisidir. Neyse hafta sonu geçti, salı günü sipariş elime geldi, o da ne? Pinhan yok içerisinde. Daha da kötüsü o kitap bulunamadığı için listeden çıkartılmış (bunu sonradan öğrendim) ve benden kargo parası alınmış. Verdiğim kargo parası satın aldığım kitaplardan birisinin yarısı kadar. Çok büyük bir ayıp ve ahlaksızlık. Bunu bilinçli yapmış olabileceklerini bile düşündüm. Açıp tartışsam kavga etsem çözüm bulunabilir mi? Hiç sanmıyorum. Keşke bir kitap bedava gönderseler ama bunların hepsi aymaz, duyarsız insanlar.</div><div align="justify"></div><div align="justify">Ve böylece sanal kitap alışverişe bir nokta koyduk. Bir daha yerli sitelerden kitap alışverişi yapmam. Yazıklar olsun! </div>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-1727033069292103462009-07-28T15:53:00.005+03:002009-07-28T16:21:29.684+03:00Arkadaşım Eşşek<div align="justify">Barış Manço'nun "Arkadaşım Eşşek" şarkısı aslında bilinen ama bilinmiyormuş gibi yapılan şarkılardan birisidir. Malum TRT zamanında ekranda yayınlanması, çalınması yasak idi, aynen Barış ustanın "bugünlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum" şarkısında olduğu gibi. Ne yani bir insan kendini hıyar gibi hissedemez mi hiç? Elbette hisseder ve bunu lirik şekilde ifade edebilir. TRT kodamanları anında yasaklamışlar tabi, bu nedenle tüm yetmişler, seksenler şarkı külliyatı lay lay lom şeklindedir, aşktan başka sözler yer alamaz şarkılarda. Gerçi yetmişler aşkın harbiden yaşandığı yıllardır ama yine de fonda başka hadiseler de olduğu malumunuzdur. Yine de aşk meşk olayına kitlenip salt bu bağlamda kalıptan çıkma şarkılar üretmeye zorlamaye ne denir buraya yazmayalım şimdi.<br /><br />Arkadaşım Eşşek her ne kadar yasaklı olsa da vakti zamanının fırlamaları bizler, sözlerini hemen ezberlemiş ve dilimize dolamıştık. Şarkının klibini ise maalesef çok uzun yıllar sonra izleyebilecektik. Aşağıda izleyeyeceğiniz klip ne zaman çekildi, ilk kez nerede yayınlandı bilmek isterdim. Elimizdeki tek bilgi Almanya Bremen'de Bremen Mızıkacıları heykelinin önünde soğuk bir havada (olasılıkla ilkbahar ya sa sonbahar) akşam üstü günbatımında videoya çekilmiş ve Almanların da bu ilginç çekimi dikkatle izliyor olması. Keza vokalist iki bayan ve sözde baterist hakkında da hiç bir bilgimiz yok. Özellikle vokalistlerden sık sık ekrana gelen, gözlüğünü çıkarıp bize bakan arkadaşın kim olduğunu acayip merak ettik. (bakınız aşağıdaki foto)<br /><br />Neyse, bu güzel şarkıyı şimdilerde 2.5 yaşındaki kızım her gün defalarca dinleyip hayli zor sözlerini tekrarlamaya çalışıyor. Kuşaktan kuşağa geçen bir Barış Manço tutkusu diyelim. Erken gittin be Barış usta. Nur içinde yatasın.<br /><br /><a href="http://tinypic.com/" target="_blank"><img style="WIDTH: 447px; HEIGHT: 490px" height="490" alt="Image and video hosting by TinyPic" src="http://i25.tinypic.com/21296vt.jpg" width="454" border="0" /></a><br /><br /><object height="344" width="425"><param name="movie" value="http://www.youtube.com/v/kuurYbcBo9U&hl=en&fs=1&"><param name="allowFullScreen" value="true"><param name="allowscriptaccess" value="always"><embed src="http://www.youtube.com/v/kuurYbcBo9U&hl=en&fs=1&" type="application/x-shockwave-flash" allowscriptaccess="always" allowfullscreen="true" width="425" height="344"></embed></object></div>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-4289105527090051142009-07-27T11:49:00.005+03:002009-07-27T12:12:08.635+03:00Alışveriş Merkezlerinin Cinsel Uyarımları.<br />Başlık sizi şaşırtmasın. Olaya <em>Freudian</em> bakacağım kuşkusuz elbette. :)<br />.<br /><div align="justify">Muhabbete kapitalist sistemdeki ekonomik oyunlar konusunda lakırdılar ile başlanabilir ama yapmayacağım bunu. Artık piyasanın malum numaralarını hepimiz biliyoruz, ama nedense her anlatılışta yeni bir şeymiş gibi hayret ediyoruz. Alışveriş merkezlerinin insanları konformist, güvenli ve kompakt bir şekilde eğlendirdiği, oyaladığı ve sistemin de bundan nasiplendiği bilinen bir gerçek ve zaten o gerçeği layıkıyla yaşıyoruz.</div><br /><div align="justify">Geçtiğimiz günlerde Anadolu yakasının yeni, kolay ulaşılabilir ve yeni olduğu için de hayli popüler AVM'lerinden birisine intikal ettik ailece. AVM'lere önyargılı bakışım, giriş ve gelişme aşamalarında beni korumacıl bir savunmaya itti elbette. Kesinlikle bu sefil tuzağa para kaptırmayacak, cazibe hanımın gündüz düşlerine koyvermeyecektim kendimi. Çok zorunlu bir kaç alışveriş haricinde her şey yolunda gidiyordu başlangıçta. Ancak bu süreç içerisinde zehirin damarlarımda yavaş yavaş dolaşmaya ilerlediğini fark etmemiştim. Ve en sonunda AVM'nin en ortalık yerinde cüzdanımı fırlatıp "alın alın hepsini aldım, ne var ne yok boşaltın" diyecek hale geldim. Sistem beni absorbe etmişti. Tümüyle teslim olmuştum.</div><div align="justify"> </div><div align="justify"></div><div align="justify"></div><div align="justify">AVM'lerin market kısımlarında durum daha da vahim hale geliyor elbette. 3 ya da 4 parça ürün almak için girdiğiniz marketlerden 8-10 parça ile çıktığımız çok oluyor. Özellikle promosyonlar, ikisi bir aradalar, iki alan enayiye üçüncüsü bedava fırsatları ve hiç ihtiyacınız olmasa da ambalajı ile sizi kendine çekiverip aldıran envayi çeşit ürün. İnsanoğlunun zayıf yanlarını bilen üreticiler, reklamcıların alkışlanacak başarıları diyelim konuyu kapatalım. İyi alışverişler efendim... :)</div><br /><p align="center"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5363063253076332274" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 405px; CURSOR: hand; HEIGHT: 248px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjPR3c6GxPlNKWsAYV8R576I8ckxZd8oqwK225CX1ZUM5zGw6pWcgGo27XaOpfHuxN-5eD5yCPzwagcmEP8w0ofi03e8ipPmuHL8m7QtIv76HsrWZxz37QFU9A9HoSIx6_XJeky-nSNm7Z6/s320/Meydan2.jpg" border="0" /> <span style="font-size:85%;">Fotoğraf: OnurY</span></p>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-49444939914365655442009-07-24T14:55:00.010+03:002009-07-24T15:12:57.476+03:00Prens Ahmed'in Maceraları<div align="justify"></div><div align="justify">Geçtiğimiz yüzyılın başlarında Batı'nın Doğu'ya bakışı çok farklıydı. Şu an iyiden iyiye deforme olmuş <em>Oryantalizm</em> o zamanların en gözde konularından birisiydi. Özellikle sessiz sinema döneminde Oryantalist filmlere sıkça rastlarız. Keza daha geç dönemlerde Avrupa sinemasında Kuzey Afrika ağırlıklı Oryantalist filmlerin revaçta olduğu görülmektedir.</div><div align="justify"><br /></div><div align="justify">Size bahsetmek istediğim Prens Ahmed'in Maceraları (1926) sessiz sinema döneminin kanımca en çarpıcı Fantastik Animasyon yapımlarından birisi. Düşünün bundan tam 80 küsur yıl önce teknik imkanlar son derece kısıtlı iken böylesi bir animasyon kotarmak müthiş bir başarı olarak karşımıza çıkıyor. </div><div align="justify"></div><p><img style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 311px; CURSOR: hand; HEIGHT: 339px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="http://images-eu.amazon.com/images/P/B00005LIQ7.02.LZZZZZZZ.jpg" border="0" />Die Abenteuer des Prinzen Achmed AKA The Adventures of Prince Achmed (1926)</p><div align="justify"><a href="http://www.imdb.com/title/tt0015532/">http://www.imdb.com/title/tt0015532/</a> </div><div align="justify"><br /></div><div align="justify">Lotte Reiniger'in bu ilginç filmi aslında konusunu tamamen 1001 Gece Masallarından alıyor. Gizemli ve büyüleyici Arap (Doğu) saraylarında geçen birbirinden heyecanlı hikayeler filmimizin ana konusunu oluşturuyor. Vak-Vak ruhları adasının hakimi Peri Banu'nun kötü niyetli Afrikalı Büyücü tarafından kaçırılması ve bunun üzerine Prens Ahmed'in onu kurtarmak için binbir çileye maruz kalması şeklinde özetleyebiliriz sanırım.</div><div align="justify"></div><div align="justify"></div><p><img style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 522px; CURSOR: hand; HEIGHT: 371px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="http://www.img4free.com/images/somechick/prnceach.jpg" border="0" /> </p><p align="justify">Aslında tasarım bizim aşina olduğumuz bir teknik ile hazırlanmış. Hayal yani karagöz perdeoyunu diye bildiğimiz gölge tasarımı silüetler halinde kusursuz ve görkemli bir şekilde kurgulanarak sarı, mavi kırmızı tonlarda giriftleşerek bizleri harikulade dünyalara götürüyor. Filmde efsanevi yaratıklar, uçan atlar, Doğu'nun görkemli sarayları (Çin imparatoru dahil), su perileri, Zümrüd'ü Anka kuşları vb. pek çok masalsı figür hikayeyi renklendiriyor. Sinemanın büyüsünü sevenler ve özellikle sinefiller için kaçırılmayacak bir yapıt.</p><br /><div align="justify"></div><div align="justify">Prens Ahmed'in Maceraları, 1926 yılının Eylül ayında Almanya'da gösterime girmiş. Ancak ne orijinal negatifleri, ne de orijinal Almanca kopyası günümüze kalmış. Mevcut olan yenilenmiş kopyası, parçalı nitrat kopyasından kotarılmıştır. İngilizce intertitle yazıları ise Londra Ulusal Film ve Televizyon arşivi tarafından hazırlanmış. Batının doğu'ya bakışının genel bir değerlendirmesini zamanında <a href="http://etnosite.blogspot.com/">Celil</a> kardeşim bir zamanlar çok güzel özetlemişti aslında. Uzun lafın kısası Batı cephesinde değişen bir şey yok. Değişemez de zaten. Toplumsal farklılıkların anatomisine aykırı bir durum.</div><br /><div align="justify"></div><div align="justify"><img style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 461px; CURSOR: hand; HEIGHT: 331px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="http://www.img4free.com/images/somechick/princach2.jpg" border="0" /></div>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-39240443209909781992009-07-21T17:25:00.005+03:002009-07-22T14:31:03.032+03:00sanata dair hisler<div align="justify">sanatçılar yaşadıkları iyi veya kötü şeyleri ilk önce görüp daha sonra içselleştirerek duygu yoğunluğu yaşarlar ve onu bir heykelle, bir şiirle, bir resimle, bazen bir şarkıyla bazen ise güzel bir fotoğraf ile duygularını açığa vururlar, çok şey yaşamaki için çok şey görmek görebilmeyi istemek gerekir.</div><div align="justify">.</div><div align="justify"></div><div align="justify"></div><p><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5360920521705794786" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 320px; CURSOR: hand; HEIGHT: 320px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg3D00LqWlLC7zPiECwNNr1R2KoiAAzb5fZxQS7Uxigb3K0Y43LTmNkvDHIz0F1IeQIgX9sPVooUoHYq87BD7wxb5U3r3GsyW4bPM_w2M5mSkNSz1SGxLXSluuOth4zFwS0LOwq-eVZXqDb/s320/jiletsi1.kare.jpg" border="0" /> </p><p align="center"><span style="font-size:85%;">Fotoğraf: OnurY</span></p>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-69227688636663707662009-07-21T17:04:00.008+03:002009-07-21T17:22:12.976+03:00Nevi şahsına münhasır kişilikler ve deliliğe dair deyişler - Kissed<div align="justify"></div><div align="justify"></div><div align="justify"></div><div align="justify">zamanın ötesinden gelen edit: yine pek hatırlamadığım bir filme dair eski bir eleştirim. fazla müdahale etmeden aynen yayınlıyorum... </div><div align="justify">.</div><div align="justify">.</div><div align="justify"></div><div align="justify"></div><div align="justify"></div><div align="justify"></div><div align="justify"></div><div align="justify"><img style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 308px; CURSOR: hand; HEIGHT: 404px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="http://img368.imageshack.us/img368/9100/kissed1996poster3js.jpg" border="0" /></div><div align="justify"></div><div align="justify"><br /><em>"Everyone senses something, some energy, some spirit, some sort of illumination.I've seen bodies shining like stars.Some say there's no soul. No afterlife. But life, like death, is the straightest line on the compass."</em><br /></div><div align="justify"><br /><div align="justify">Bazı şeyleri yazabiliyoruz, bazı şeyleri yazamıyoruz, cesaretimiz yok. Bir de tereddütlü yazdıklarımız var, bunlar hayatın var olan ayrıksı halleri, yani ben, sen, o haricinde var olan, yadsıyamayacağımız genele aykırı olandan ibaret.</div><br /><div align="justify">Embalming ne demek bilir misiniz? <em>Ölü mumyalamak</em> anlamına geliyormuş. Asri zamanlarda ise hristiyan cenazelerinde ölüleri düzgün ve presentable halde cenaze merasimine hazırlama anlamında kullanılmaktaymış. "Embalmer" ise bu işi yapan kişi tabiatıyla. Bu işi yapan insanların nasıl bir dünyası vardır denilirse elbette bir genelleme yapmamız olanaklı değil, değişken olduğu kesin. Peki bu işi yaparken durumdan istifade edenler var mıdır? işte bu film böylesi bir vak'ayı anlatılıyor izleyiciye. Sandra küçük yaştan beri yaşamın canlılığı, pırıltısından ziyade daha çok ölümün sadeliği, sükuneti, huzuru ile alakadar olmaktadır. Ritüel haline dönüştürdüğü ölü kuş gömme törenlerinden birini kız arkadaşı Carol ile paylaşmaya kalkınca bir daha onunla oynama imkanını yitirir.</div><br /><img style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 514px; CURSOR: hand; HEIGHT: 335px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="http://img463.imageshack.us/img463/6861/kissed1996038nn.jpg" border="0" />Genç kızlığa geçmesiyle birlikte cenaze hazırlama işleriyle uğraşan bir adamın yanında işe girer. Kediye ciğer dükkanı teslim edilmiştir bir anlamda. Nekrofilisini her daim yaşaması için nevi şahsına münhasır patronun yanında kusursuz bir çalışan olarak işleri sürdürür. Ta ki kanlı, canlı, hayat dolu Matt delikanlısı ile tanışana kadar. Matt kısa sürede Sandra'yı çözer ve onu bu garip zevkinden caydırmaya ve hatta onunla mevcut durumu bir şekilde paylaşmaya çalışır. Bundan sonrasında ise işler tam anlamıyla çığrından çıkar...</div><br /><div align="justify"></div><div align="justify">"<em>I've always been fascinated by death. The feel of it, the smell of itand the stillness."</em> </div><div align="justify"></div><div align="justify">Filmden bu alıntıya fazladan bir yorum ekleme ihtiyacı hissetmiyorum ama 78 dakika gibi ideal bir sürede derdini çok etkileyici bir şekilde aktaran bir film izliyoruz. Kamera kullanımı, özellikle renk-ışık dengelemeleri çarpıcı. Sandra rolünde Molly Parker hakikaten çok başarılı ve kusursuz. Konu irrite edici, mide bulandırıcı gelse de bu ayrıksı yapımı izlenmeye değer.<br /></div><div align="justify"></div><img style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 494px; CURSOR: hand; HEIGHT: 352px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="http://img221.imageshack.us/img221/7042/kissed1996133du.jpg" border="0" />OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-23331193341366030362009-07-18T20:53:00.007+03:002009-07-28T12:08:28.241+03:00Marjan<div align="justify">Haftalardır sürekli çalıp dinlediğim bir şarkı var. Ama hakkında çok az şey bildiğim bir şarkıcıya ait ve sözlerinin içeriğini de henüz bulamadım. Önemli olan gönül dilinin birliği değil mi? İşte Marjan isimli İranlı kadın şarkıcının Kavir isimli şarkısını bıkmadan usanmadan dinliyorum haftalardır.</div><div align="justify"></div><br /><div align="justify">Tahmin edebileceğiniz gibi günümüz şarkıcısı değil Marjan. Zira günümüzde İran'da kadınların şarkı söylemesi yasak. Hatta bununla ilgili güzel bir film de izlemiştim geçenlerde, ama ismini hatırlayamadım o nedenle yazamıyorum buraya. Marjan'ın bu durumda 1970'lerin şarkıcısı olduğunu tahmin edebiliyoruz. Zaten aşağıdaki fotoğrafından da bu anlaşılacaktır.</div><br /><div align="justify"></div><div align="justify">Peki bu şarkıya nasıl ulaştım? Yine bu sene hiç sıkılmadan sürekli dinleyip durduğum Göksel'in Mektubumu Buldunmu albümünün içinde yer alan Baksana Talihe parçasının orijinali bu bahsettiğim şarkı. Tabi daha farklı tonlarda, farklı tınılarda. (Göksel'in albümünü ayrı bir yazıda ele alacağım inşallah). Kavir, farsçada "Çöl" anlamında geliyormuş ve bu şarkının içeriği ile ilgili tek bilgimde bu. Farsça bilen birisiyle tanışıncaya kadar da böyle kalacak. Bu şarkının başkaları tarafından söylenmiş farklı versiyonlarını da dinledim ve hep aynı keyfi aldım. Göksel'in de güzel yorumladığını belirtelim. Ama Marjan'ın yorumu kesinlikle daha duygusal ve daha hüzünlü.</div><div align="justify"></div><br /><div align="justify">İnşallah Marjan'ın başka şarkılarına ulaşabilirim diye başlamıştım bu yazıya ancak kısa bir süre sonra Kavir e Del isimli albümüne ulaştım. Ayrıca bir de videosuna da: </div><div align="justify"></div><br /><div align="justify"><a href="http://www.youtube.com/watch?v=-lWD_jS4BZo">http://www.youtube.com/watch?v=-lWD_jS4BZo</a></div><br /><p><br /><br /><img style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 337px; CURSOR: hand; HEIGHT: 340px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="http://www.iranian.com/Nostalgia/2002/August/Images/marjan2.jpg" border="0" /> </p><p><img style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 434px; CURSOR: hand; HEIGHT: 398px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="http://www.iranian.com/Nostalgia/2002/November/Images/marjan.jpg" border="0" /> </p><p><object width="425" height="344"><param name="movie" value="http://www.youtube.com/v/-lWD_jS4BZo&hl=en&fs=1&"></param><param name="allowFullScreen" value="true"></param><param name="allowscriptaccess" value="always"></param><embed src="http://www.youtube.com/v/-lWD_jS4BZo&hl=en&fs=1&" type="application/x-shockwave-flash" allowscriptaccess="always" allowfullscreen="true" width="425" height="344"></embed></object><br /></p><p></p>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-15055795368834162152009-07-18T18:11:00.005+03:002009-07-18T21:11:28.749+03:00Brezilya Sineması: Otur Sıfır!<div align="justify">Evet aynen böyle... Brezilya sineması, Portekiz sineması ile benden bırakın düşük notu almayı, sıfır alır, oturur yerine. Sayısız Brezilya filmi izledim, her birine ayrı umutla başladım ama hep hüsran yaşadım, tam da bu satırları yazdığım sırada izlemekte olduğum Amores Possiveis filmi de tipik Brezilya dizilerinin yapısından farksız çok sıkıcı bir film çıktı. Çok fazla Latinos dizisi çekilen bir ülkede sinemanın da bu kalitede olması doğal bir durum elbette.<br />Hemen itirazlar yükseldi bakıyorum. Kaç film sayacaksınız? Efendim? Cidade de Deus mu? Şiddetin stilizasyonu, evet benim tarzımda bir film değil gerçi ama başarılı bir filmdi kabul ama tek bir örnek verebildiniz. Pardon? duyamıyorum? Casa de Areia mı? Efendim o da Brezilya sinemasından çıkmış tek ve en iyi örnektir. Sayabiliyor musunuz 6-7 film ve daha fazlası?? Yok değil mi? Kabul edin işte. Kaldı ki ben çok ama çok fazla Brezilya filmi izlemiş birisiyim. Hep fos, hep fos...<br /><br />Gerçeği kabul edelim... İlla Brezilya filmi izleyeceksek de Casa de Areia'yı tekrar tekrar izleyelim..</div>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-6052370461302574330.post-44284817784976904782009-07-17T14:31:00.005+03:002009-07-17T16:42:26.848+03:00Fotoğrafta Derinlik<div align="justify">Fotoğrafın doğası gereği 2 boyutlu olduğunu bilmeyen yoktur sanırım. Bu şekilde tanımsal olarak bilinmese bile işin gerçeği bu sonuçta. Ancak fotoğrafçılar bu iki boyutlu cendereden kurtulabilmek için çeşitli taktikler üretirler. Bunda en güçlü faktörlerden birisi tabi ki IŞIK'tır. Işığı doğru kullanırsanız çalışmalarınızda kademeler , katmanlar yani derinlik yaratabilirsiniz. Hemen kendi portfolyumuzdan bir örnek verelim. Yeri geldiğinde bu konuya dönelim.</div><br /><br /><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5359391299064087330" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 320px; CURSOR: hand; HEIGHT: 240px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXh8i98qJ1b9whWFLN8CKhqTxUOx45ZTg3BF08f6S0zvD6roJE9AlEPsA4DOo6nl5lqusI10MVZhJGZwqN2sQBc5r2cu3T44hBUJSM98fuBSa07n76wUYE2b8UXC03O_F8iqBKDbv_LHwO/s320/balon1a.jpg" border="0" /> <p align="center"> <span style="font-size:78%;">Fotoğraf: OnurY</span></p>OnurYhttp://www.blogger.com/profile/09473510693657592017noreply@blogger.com2