19 Eylül 2009 Cumartesi

Testere


.

Bu gece denk geldim, TV'de bir kanalda röportaj yapmışlar, bir kaç kişiden birisi "bunu 17 yaşında bir çocuk yapmış olamaz" diyor. Ya hu ikibinli yılların thriller sineması neredeyse tamamen testeremsi filmler üzerine. Seksenlerde biz bunların Hallowen serilerini izledik ama kurgusal olan ile gerçek olan arasındaki algısal sınır konusunda haddini biliyordu, daha çok çekinme, korkma, tedbirli olma üzerine altlığını oluşturan filmlerdi. Ama doksanların sonundan itibaren olay çığrından çıktı. Ve o nesil de bu izlediği kabus ötesi görüntüler sonrasında gerçek ile kurgusalı çakıştırma, bağdaştırma potansiyeline dahil oldu. Bununla ilgili sayısız bilimsel araştırma da var, arayın okuyun bulun. Gerçek bu kadar açık iken olamaz, yapamaz kabulünü ben anlamakta zorluk çekiyorum. Ahir zamanların afişleri de çığrından çıktı ve öyle normalleşti ki yaşanan şoklar elbette önceki kuşakları kapsıyor daha çok.
Gerçekliğin çığrından çıktığını, absürd insan hallerinin normal kabul edildiğini görünce toplu histerinin de aslında bir epidemik hadise olduğundan kuşku duymaya başladım. Cidden... :(

Fotoğraf Üzerine Kafa Yormalar -1

FK'daki çok dinamik gruplarım ve özellikle deviantta izlediğim çok kayda değer fotoğrafçılar benim ufkumu inanılmaz genişletti zaman içerisinde. Bunu tam olarak tarif etmek olanaksız. Özetle uçsuz bucaksız bir okyanusa açılmış gibi hissediyorum. Çıkış yaptığım noktaya asla geri dönmeyecek şekilde!

İnanır mısınız fotokritik ve başka sitelerde teknik olarak çok başarılı ama bildik kompozisyonlara bakmaya iğrenir oldum. Resmen tiksiniyorum. Yani teknik açıdan kusursuz bir çalışma görüyorum tamam AMA yaratıcılık sıfır, hatta eksi beş! Hemen her fotoğraf sitesinde gördüğümüz fotoğraflardan farksız. Yüzbinlerce benzeri var. Aynı kompozisyon sürekli. Kimisi teknik açıdan berbat, kimisi eh işte, kimisi iyi kimisi de mükemmel. Ama içerik HEP AYNI! Bu durumdan tiksinti duymaya başladım. Öyle böyle değil hemde. Bence fotoğraf bu değil!

Erdal Kınacı'da her fırsatta bunu haykırıyor ama kimse duymuyor anlamıyor. Eğer "ben buradayım" demek istiyorsanız kendinizi göstermek istiyorsanız haydi bunu da geçin gerçek anlamda ruhen tatmin olmak istiyorsanız bu çapulcu yığınından farklı bir şeyler üretmek zorundasınız. Bu mutlak ve gerek şart. Teknik öğrenilir bir de yahu! Kıçınızı yırtarsınız, ortalamanın üzerinde bir ekipman alırsınız, çok titizlenirsiniz en sonunda kıra döke azimle filan ortaya teknik açıdan şahane bir şey çıkartırsınız. Ama o kadar! Ötesi yok! Kendinizden bir şey yoksa sonuç sıfır. hakikaten sıfır. Sadece ne olur? Yağcılar börekçiler sıraya dizilir şakşaklar oley der havaya atar ama hepsi sahtedir, boştur, palavradır! Geriye kalan tın tın boş bir sedadır.

Yaratıcılık... İşte bu her şeyin üzerindedir... Anlayana!

3 Eylül 2009 Perşembe

Summer 1999

.

düşler zamanla silinirken belleğimden
hatıralar daha da güçlenir küllerinde
ufak yıpranışlar ve değişim
kayaya etkisi bir nehrin
ve yaprak gibi savrulabilirsen rüzgârda
yara almadan ve de bir parçası olup onun
düşler ülkesine girersin sonunda


Büyük Kalpli Duygusal
Summer 1999


Image and video hosting by TinyPic
Fotoğraf: OnurY
.

Leb-i Pâk

.

Mikropların ve mikroorganizmaların bulunmadığı tek yer dudaklarmış...
Öpüşmelerin mahremiyeti mikro düzeyde bile korunuyor o zaman... :)



Image and video hosting by TinyPic
Fotoğraf: OnurY
.

Doksanların hesabını kim verecek?


İngilizcede karşılığı olup bizde olmayan "decade" yani on yıllık zaman süreci genellikle asırları ona bölüp değerlendirmek için sıklıkla kullanılıyor malum. Decade'in bizde karşılığı olmamasına rağmen bu on yılları değerlendirme huyu bize çoktan sirayet etmiş durumda. Seksenler, yetmişli yıllar, ikibinler gibi. Aslında 68 kuşağı gibi daha dar kavramlar da değerlendirme kategorimizde mevcut. Kabaca on yılları ele aldığımızda kırklı yılları savaş sırası ve savaş sonrası (post-war) olarak ikiye ayırıyoruz, mesela benim için o yıllar propaganda amaçlı kahramanlık ya da savaşın acılarını azaltmaya yönelik eğlence filmlerini çağrıştırır. Ayrıca kırklar kendine özgü çok şık giyim tarzı ve avrupalı yanı ağır basan bir dönemdir... Ellilerin ilk yarısında kırkların etkisi baskındır, sosyal hadiselere vurgu fazladır, ayrıca dünyanın iki kutup açısından iyice gerildiği bir dönemdir. Muhafazar baskı da ikinci yarıdan itibaren ağırlaşır ve hatta bir kabus gibi çöker. Bu durum altmışların sonuna dek sürer. Prototip, rafine bir aile, paranoyak haller, hemen bastırılan gençlik isyanları (bakınız dönem filmleri) ve mutlak otorite hakim olur bir buçuk "decade" boyunca. Ta ki altmışların sonundaki müthiş başkaldırışa dek.O dönem artık onyıllık dönem tanımlarının dışında ayrıcalıklı bir fasıldır, bir soluk alma, bir deşarj olma anıdır. Ve akabinde çiçek çocukları, özgürlüklerin genişlediği, filmlerde adalet arayışlarının başladığı, devletin sorgulandığı, muhafazakarlığın kırıldığı ve hatta globalleşmenin ekinlerinin atıldığı bir dönem başlar: yetmişler....Yetmişler benim çocukluk yıllarıma denk gelmesinin haricinde, dışarıda kısa sürüp sönükleşen asi hareketin ülkemizde kalıcılaştığı bir zaman dilimidir. Bugün bile sık sık taklit edilen stilize giyim tarzı, muhteşem müzikleri ve sinemaskop filmleri ile yüzyıla damgasını vurmuş bir dönemdir.. Ve azgınlığın sonu bozgunluktur hesabı ardından gelen seksenler. Seksenler, aynı ellilerdeki gibi mutlak otoritenin yeşerdiği neofaşizmin yumruğunu masaya vurduğu, apolitizmin damarlara bolca zerk edildiği bir çağın başlangıcıdır. Ancak kendi çerçevesinde çok özelbir dönemi de yaratmıştır: sonra doğan kuşakların sürekli duymaktan sinir olduğu şeyi: seksenler fenominini.. punk kelimesi neredeyse seksenler ile özdeşleşmiştir. Dönemin isyankarlıktan uzakromantik müzikleri gerçekten de güzeldir. Seksenler aynı zamanda hafızasızlığın, unutmanın da çağıdır, kendinden önceki dönemleri tamamen görmezden gelir. Seksenliler için zaman sanki o dönemde başlamıştır. Seksenler o anlamda bir milattır.

Peki ya doksanlar?
Ben kendi adıma doksanları hiç bir yere koyamıyorum. Kaldı ki doksanlar gençlik dönemime denk geliyor. Yani tüm gelgitlerimi yaşadığım, içinde bulunduğum zamanı gözlemlediğim, hayatımınbir düzene girdiği (???) dönem.. Kesin olarak şunu söyleyebiliyorum: Doksanların ortasına denk seksenlerin ağırlığı vardır, aynen ellilerin başlarında kırkların ağırlığı olduğu gibi..Doksanlar bir geçiş döneminden farksızdır ve kendine has bir özelliği yoktur. y2k, doğu blokunun dağılması, ve bir yüzyılın sona ermesinin yaklaştığı dönem olması haricinde kişilik ve kayıp bir on yıldan başka nedir Allah aşkına? Az önce okuduğum bir yorumda "Kapitalizmin adamakıllı oturduğu, köşeyi dönme olgusunun, uğruna her şey feda edilebilecek tek amaç olarak zihinlere yerleştiği,sanat da dahil olmak üzere, üzerinden para kazanılabilen her şeyde samimiyet, bir daha geri gelmemek üzere yok olmuştur" denilse de aslında bunun tohumları seksenlerde atılmıştır, doksanlarda sadece hasat alınmıştır. Evet biraz daha zorlarsak doksanlara dair şunları da sayabiliriz: körfez krizleri, grunge, michael jordan, özel tv'ler ve radyolar, oasis, braveheart, fight club, forrest gump, jerry maguire, pulp fiction, speed, pretty woman,alanis morissette, ace of base, fiona apple, the backstreet boys, macarena, salt-n-pepa, the spice girls, ally mcbeal, twin peaks, dawson's creek... hepsi bu kadar ama!

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Dünyevi yolculukların içsel yolculuklara dönüşmesi üzerine

.
Image and video hosting by TinyPic
Fotoğraf: OnurY

Bazen yolculuklar, gidilecek yerden daha güzeldir. Daha fazla heyecan yaşatır insana. Ve hatta kimi zaman değil daima böyledir. Dünyevi yolculuklar beni hep kaygılandırır ama bu kaygı yolun tehlikeleri ya da kentin ve yaşadığım evin konforundan uzaklaşmak değil de çıkılacak yolculuğun içsel yolculuğa dönüşeceğini bilmektir sanıyorum. İç dünyam daha yola çıkmadan kıpırdamaya başlar, kalbim de ritmini değiştirmeye..
Bir insanın uzun yolculuklarda, anıları ve umutları üzerine yapacağı hesaplaşmalar, bu yolculuğun içsel yolculuğa dönüşmesiyle mümkün olur. Buna kendisini hazırlamış her kişi de rahatlıkla bu yolculuğa çıkar ve kendisiyle hesaplaşır.
İçsel yolculuklarınız eksik olmasın...

28 Ağustos 2009 Cuma

Mezatifik bir güve-nilirlikteki simge: Gece Kelebeği

.

Fotoğraf: OnurY

şeylerin, sözlerin, simgelerin,
"keder veren bilgi"nin üstünden, ötesinden
kanadıyla düşünceye arpejler ekleyerek,
gelen sen misin, sen beklenmeyen konuk,
sen gece kelebeği ?

Yönlerini gök yüzündeki en parlak ışığa göre tayin ediyormuş bu çok özel uçarcalar. Mesela Ay kendilerine hep aynı açıdan görünmekteyse anlarlarmış ki halihazırda düz gitmektedirler. Başka bir deyişle bu canlıların geometrik anlayışını ışık tayin ediyormuş. Öte yandan evriminin bir aşamasında sivri akıllı bir canlı türü ampül denilen icadı çıkarınca, güveler sonsuz uzaklıktaki ay veya yıldızlar yerine daha parlak olan bu ışığı referans almışlar. Velakin güvelerimizin bu yakınlıktaki ışığa nazaran "düz" gidebilmeleri için daire çizmeleri gerekiyormuş; zira düzlük kriteri ışığın aynı yönden gelmesiymiş. Hal böyle olunca gece açtığı için güveler vasıtasıyla üreyebilen nice çiçek üreyemiyor ve dahi onların da nesli tükeniyor ve böylece ampul yaksanız dahi doğayı tahriş etmiş oluyorsunuz sayın seyirciler. yaaaa...

Yünlü kıyafetlerimizi büyük bir keyifle delik deşik eden, kimi kültürlerce pek uğurlu sayılmayan bu uçarcayı şahsım adına çok seviyorum. Onlarla özellikle gündüz etkileşimlerimiz hayli sıkça. Naz yapmadan, itirazsız poz vermeleri, kondukları yerleri iyi seçmeleri ve estetik açıdan çok görkemli olmaları hep ilgimi çekmiştir. Tarağa benzeyen duyargaları, geniş ve bol desenli kanatları, sakin yaradılışları da dikkat çekici yanlarından birisidir. Naftalinsiz günler dilerim efendim...

.

Image and video hosting by TinyPic

Fotoğraf:OnurY