30 Temmuz 2009 Perşembe


Weisse Rauschen, Das (2001)

http://us.imdb.com/title/tt0276617/

Standart bir hayat nedir? Standart bir insan nasıldır? Kriterler nelerdir? Anomaliler hayatın "olağan" olgularından biri olarak mı kabul edilmelidir yoksa tümüyle yadsınmalı ve bunun bir felaket olduğu mu benimsenmelidir? Normal şartlar doğal yani doğanın içinde hep var olan normalden sapma, tüm canlıların tüm benliğiyle reddettiği bir gerçekliktir. Evet aslında bir gerçekliktir ama hep yadsınmış, lanetlenmiştir. Ucube, deli, sapık, çatlak gibi pek çok terim istem dışı bir oluşumu küçümsemek, hor görmek ve lanetlemek için kullanıgelmiştir. Normal olmamak yani normal kriterlerinden farklı olmak aslında istem dışıve isteme bağlı olarak ikiye ayrılır. İsteme bağlı olarak normal kriterlerekarşı gelmek (ki şu an konumuz bu değil) herkesin normal kabul ettiği formlara, alışkanlıklara ve geleneklere bilinçli bir şekilde karşı gelmektir. Diğerinde ise bilinçsiz ve kontrolsüz bir sapma söz konusudur. Yani beyninize mantık ve akıl vasıtasıyla hükmetme şansınız yoktur. Önemli bir kısmı genetik faktörlere bağlı olarak beyinde kimyasal, yapısal değişiklikler gibi çeşitli sebeplere dayanan bu anomalilerin çeşitli sonuçları vardır. Bunlardan en çokrastlanılanı ve bilineni de şizofrenidir. Şizofrenin en kırılgan etkisi hastanın normal bir yaşantı sürmesinin çok azalmasıdır. Çevresinden çok hastanın kendine zarar verme olasılığının çok yüksek olduğu ve sıklaşan nöbetlerle kendini gösterenhastalık müdahale edilmediği sürece giderek ağırlaşır. Genellikle olmayan şeylerişitme, görme ve kokusunu alma şeklinde ortaya çıkan halüsinasyonlar ağırlaşmış durumlarda hissetmeye kadar varabilir.


Aslında şizofreni çoğu zaman sinemaya aktarılmış bir konu. Bunlardan en popüler olanı da Akıl Oyunları (A Beautiful Mind) filmidir sanıyorum. Gerçi o film konuya ne kadar yeterli müdahil olmuştur tartışılır ya da daha doğru ifadeyle o filmin aktarımdaki en başta gelen ya da baskın konu şizofreni midir derseniz hayır derim hemen.

Filmimizin kahramanı Lukas (Daniel Brühl--kendisini Good Bye Lenin! ve Die Fetten Jahre sind vorbei gibi filmlerden gayet iyi tanıyoruz) şizofrenin genellikle bireyde etkisini göstermeye başladığı yaşlar olan onyedilerinde bir gençtir. Köln'de sevgilisi ile yaşayan ablasının yanına gelir ve onların dairesinde kalmaya başlar. Başlangıçta her şey normaldir, üçü birden büyük şehrin eğlenceli hayatınadalarlar. Ablasının erkek arkadaşı çok kafa dengi bir adamdır, onunla çok iyi anlaşır. Hatta bir kız ile tanışır..ama... Kısa sürede Lukas'ın paranoyak şizofreninin makus belirtilerini göstermeye başlar. Bundan sonrası başta Lukas olmak üzere herkes için çok zorlu olmaya başlayacaktır. Film tam burada başlıyor işte. İlk onbeş dakika filme biraz müsaade ederseniz bir süre sonra müthiş bir akıcılık içinde buluyorsunuz kendinizi. Enfes kurgusu, halüsinatif ve son derece devingen kamera çekimleri, yakın ve ters açılı planlar, bilhassa dış ses kullanımı, fon müziği seçimi ve eşsiz panaromik kadrajlar filmin etkisini fazlasıyla artıyor. Filmi benzerlerinden ayıran en önemli özelliği konuyu uzaktan sadece seyreden bir izleyici yerine bu rahatsızlığı sanki siz de yaşayan bir izleyici konumuna düşüyorsunuz. Bunu yönetmen Hans Weingartner başarı hanesine kocaman bir artı olarak yazıyoruz. Beyaz Ses'in peşindeki Lukas'ın çaresizliğiise yürekleri acıtacak derecede sarsıcı ve etkileyici. Bulursanız izleyin...

Infrared Fotoğrafçılığa Dair

Aslında çok derin konu. Bir girersem çıkamayacağım zira özellikle çekim aşamasında uygulanan Infrared Fotoğrafçılığı oldukça detaylı bir konu. Konuya meraklı olanlar için iki adres verelim sonra asıl bahsetmek istediğim konuya geçelim:

http://news.deviantart.com/article/36914/
http://www.jr-worldwi.de/photo/index.html?ir_comparisons.html

Efendim, her şeyin çakması olduğu gibi Infrared (IR) fotoğrafçılığın da çakma hali söz konusu. Yani fotoşopta sonradan fotoğraflarınızı infraredliyebiliyorsunuz. Tabi çoğu zaman çamurlu felaketler elde ediyorsunuz ama kimi zaman da güzel sonuçlar alındığı oluyor. Aşağıdaki örnekler benim yaptığım düzenlemeler. Nazar etme ne olur, uğraş senin de infraredin olur! :)

Image and video hosting by TinyPic
Fotoğraf: OnurY
Image and video hosting by TinyPic
Fotoğraf: OnurY

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Fotoşop ile fotoğraf üzerinde oynamak doğru mu?

.

Hemen cevabı verelim. Evet doğru. Ve bunun cevabı şimdiki zamanda değil geçmişte. Evet aynen öyle; geçmişe bakmamız gerekiyor evvela. Film üzerine çektiği fotoğrafları kendi karanlık odasında işleyenlerin fotoğraflarının hiçbir değeri olmaz aksi halde. Sayısal düzenlemelerle karanlık oda düzenlemeleri arasındaki benzeşimler neredeyse özdeştirler. Karanlık odada fotoğraf işleyen insanların fotoğraf çekme anlayışı ile fotoşop ile fotoğraflarını güzelleştirenler arasındaki fark sadece birinin olanaklarının daha geniş, esnek ve ulaşılabilir olması mı? Elbette değil. Geçmişi bilmeden şu an konusunda ahkam kesmek cahilliktir.

Fotoğrafın sanat olan yüzde onluk kısmının tamamı müdahaleli olandır. Müdahalesiz fotoğraf size gözünüzün gördüğünü verir, gözünüzün doğrudan gördüğü sanat değildir, gerçekliktir. Görülmeyeni görmek, ya da görmek istediğinizi yaratmaktır sanat. Gerçeklik yaratılmaz, o mevcuttur zaten, sanat yaratılır. Gerçekliğe müdahalesiz fotoğraf sanat değildir. Filmli fotoğraf zamanında "fotoğraf sanatçısı" olarak anılan insanlar makinelerinden çıkan ruloyu olduğu gibi banyo ettirip bastırıp sergi açıyordu sananlar da büyük gaflet içindeler. Her fotoğrafın çekildikten sonra bir de karanlık oda süreci vardır. Hatta eski zamanlarda "baskı" işlemi bile fotoğrafa müdahale içeriyordu (kullandığınız kağıda göre renk ve karşıtlığın değişmesi gibi). Fotoğrafa müdahale her zaman vardı, hep olacaktır, dün ve bugün teknikleri ve ortamları farklı sadece. Eskinden "karanlık oda"ydı, şimdi "aydınlık oda"... Değişen hiç bir şey yok.

Bundan sonra sözü değerli üstadım Serdar Sağkan'a bırakıyorum:

"Susayım diyorum da dayanamıyorum..Arkadaşlar, fotografı bilen kişi dijital müdahale işine kafasını takmaz. Altını çiziyorum "müdahale" diyorum "maniplasyon" degil. Maniplasyon ayrı bir konudur. O da fevkalade saygın, estetik ve önemli bir başlıktır. Ayrıca konuşulur.Neden takmaz izah edeyim.Dijital müdahaleye karşı olan ne diyor ?"efendim, fotografın doğal hali olmuyor..."Şimdi mesela bunu telaffuz ettimi biri, birkaç ihtimal var. Yani adam diyor ki,
1-Ben müdahale etmesini bilmiyorum. Güzel fotografları görünce de kıskanıyorum. Kendimi tatmin etmek ve kıskançlıgımı bastırmak için "canım bunlar müdahaleli, fotograftan sayılmaz" diyorum. "rahatlıyorum".
2-Birinden böyle bir lakırdı duymuş, ne olup bittigini bilmeden, aynı lafı etrafına satıyor.
3-Fotograf adına bildigi tek şey, dijital makinasının deklanşörüne basmak.

Birinci ihtimal psikolojiktir iflah olmaz, onu geçelim. Zira ikna edemezsiniz. Gelelim iki ve üçüncü ihtimallere. Muhteremler, "doğal" olan nedir sizce fotografta ?"efendim analog çekim dogaldır". Siz öyle bilin...

-Neden SB analog çekimde, kırmızı, mavi, sarı, yeşil filitreler kullanılıyor ? sonuç doğal çıksın diye mi ?
-Banyo sürelerini degiştirme ile kontras ayarları, yakma, gölgeleme numaraları, agrandizörde filitre kullanma, karanlık odada pozlama numaraları sonuç dogal çıksın diye mi ?
-Baskı kagıdı degişiklikleri dogal sonuç için mi ?
-Peki çift banyo numaraları ? demirli solüsyon ile mavi, nikel ile kırmızı tonlamalar, gümüşü gümüş bromite çevirip agartma işlemleri herhalde dogal görüntü için degil.
-Üsüste baskı, sandviç baskı, Tire filim kullanma, solorizasyon, polarizasyon teknikleri. Bunları duydunuz mu ? tamamı karanlık oda işleri. Neden yapılır bunlar ? herhalde görüntü dogal kalsın diye degil.
-Kodak filim kullanırsanız sarı ve tonları canlı çıkar. Fuji kullanırsanız yeşil baskındır. Firmalar öyle yapmış. Şimdi bu filimlerle çektigimiz fotograflar dogal renkleri mi ifade ediyor ? Hangi filimi kullanırsak dogal ? neye göre ?
-Günbatımı 5500 kelvinlik filimle fotograf çekiyorsunuz. sonuç renkler doğal mı ? hiç öyle fotografta çıkan renklerde gün batımı gerçekte olurmu ? çekin 3200 kelvinlik filimle, çıkan fotografta işte o zaman gerçek renklere yakın sonuç alırsınız. Ama, başta siz kendiniz çektiginiz o fotografı begenmiyeceksiniz.

Örnekleri çogaltmak mümkün...
Kısaca, Fotograf işinde önemli olan fotografın estetik deger taşımasıdır. Fotografçının ürününe ruhundan, zevkinden, yeteneginden bir şeyler katabilmesidir. Bunu ister karanlık odada yapar, ister bilgisayar başında. Yapsın da nerde yaparsa yapsın. Gerisi lafı güzaftır."

Fotoğraf: OnurY

Pandoranın Kutusundan Çıkan Koca Bir Hayal Kırıklığı

.
2 hafta önce pandora.com sanal kitap mağazasından alışveriş yapmaya karar verdim. Elif Şafak'ın iki kitabı (Pinhan ve Mahrem), Marquez'den bir kitap, son dönem popüler yazarım Ballard'dan bir kitap ve Goytisolo'nun bir an önce okumak istediğim bir kitabı daha. Alışveriş toplamım 75 TL civarındaydı ve böylece kargo masrafı da ödemeyecektim. Haftanın sonuna doğru siparişimin gelmediğini görünce hemen pandorayı aradım, Pinhan isimli kitabı bulamadıklarını halen aradıklarını, ertesi gün (cuma) gün ellerine geçeceğini ve bana siparişlerimi kargolayacaklarını söylediler. İşyeri adresimi verdiğim için acelem olmadığını ve Pazartesi yollamalarını istedim. Normalde bu gecikmeyi bana haber vermedikleri için cıngar çıkarmam lazımdı ama tepkilerimi anında gösteren birisi olmayışım şu bünyenin en önemli eksikliklerinden birisidir. Neyse hafta sonu geçti, salı günü sipariş elime geldi, o da ne? Pinhan yok içerisinde. Daha da kötüsü o kitap bulunamadığı için listeden çıkartılmış (bunu sonradan öğrendim) ve benden kargo parası alınmış. Verdiğim kargo parası satın aldığım kitaplardan birisinin yarısı kadar. Çok büyük bir ayıp ve ahlaksızlık. Bunu bilinçli yapmış olabileceklerini bile düşündüm. Açıp tartışsam kavga etsem çözüm bulunabilir mi? Hiç sanmıyorum. Keşke bir kitap bedava gönderseler ama bunların hepsi aymaz, duyarsız insanlar.
Ve böylece sanal kitap alışverişe bir nokta koyduk. Bir daha yerli sitelerden kitap alışverişi yapmam. Yazıklar olsun!

28 Temmuz 2009 Salı

Arkadaşım Eşşek

Barış Manço'nun "Arkadaşım Eşşek" şarkısı aslında bilinen ama bilinmiyormuş gibi yapılan şarkılardan birisidir. Malum TRT zamanında ekranda yayınlanması, çalınması yasak idi, aynen Barış ustanın "bugünlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum" şarkısında olduğu gibi. Ne yani bir insan kendini hıyar gibi hissedemez mi hiç? Elbette hisseder ve bunu lirik şekilde ifade edebilir. TRT kodamanları anında yasaklamışlar tabi, bu nedenle tüm yetmişler, seksenler şarkı külliyatı lay lay lom şeklindedir, aşktan başka sözler yer alamaz şarkılarda. Gerçi yetmişler aşkın harbiden yaşandığı yıllardır ama yine de fonda başka hadiseler de olduğu malumunuzdur. Yine de aşk meşk olayına kitlenip salt bu bağlamda kalıptan çıkma şarkılar üretmeye zorlamaye ne denir buraya yazmayalım şimdi.

Arkadaşım Eşşek her ne kadar yasaklı olsa da vakti zamanının fırlamaları bizler, sözlerini hemen ezberlemiş ve dilimize dolamıştık. Şarkının klibini ise maalesef çok uzun yıllar sonra izleyebilecektik. Aşağıda izleyeyeceğiniz klip ne zaman çekildi, ilk kez nerede yayınlandı bilmek isterdim. Elimizdeki tek bilgi Almanya Bremen'de Bremen Mızıkacıları heykelinin önünde soğuk bir havada (olasılıkla ilkbahar ya sa sonbahar) akşam üstü günbatımında videoya çekilmiş ve Almanların da bu ilginç çekimi dikkatle izliyor olması. Keza vokalist iki bayan ve sözde baterist hakkında da hiç bir bilgimiz yok. Özellikle vokalistlerden sık sık ekrana gelen, gözlüğünü çıkarıp bize bakan arkadaşın kim olduğunu acayip merak ettik. (bakınız aşağıdaki foto)

Neyse, bu güzel şarkıyı şimdilerde 2.5 yaşındaki kızım her gün defalarca dinleyip hayli zor sözlerini tekrarlamaya çalışıyor. Kuşaktan kuşağa geçen bir Barış Manço tutkusu diyelim. Erken gittin be Barış usta. Nur içinde yatasın.

Image and video hosting by TinyPic

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Alışveriş Merkezlerinin Cinsel Uyarımları

.
Başlık sizi şaşırtmasın. Olaya Freudian bakacağım kuşkusuz elbette. :)
.
Muhabbete kapitalist sistemdeki ekonomik oyunlar konusunda lakırdılar ile başlanabilir ama yapmayacağım bunu. Artık piyasanın malum numaralarını hepimiz biliyoruz, ama nedense her anlatılışta yeni bir şeymiş gibi hayret ediyoruz. Alışveriş merkezlerinin insanları konformist, güvenli ve kompakt bir şekilde eğlendirdiği, oyaladığı ve sistemin de bundan nasiplendiği bilinen bir gerçek ve zaten o gerçeği layıkıyla yaşıyoruz.

Geçtiğimiz günlerde Anadolu yakasının yeni, kolay ulaşılabilir ve yeni olduğu için de hayli popüler AVM'lerinden birisine intikal ettik ailece. AVM'lere önyargılı bakışım, giriş ve gelişme aşamalarında beni korumacıl bir savunmaya itti elbette. Kesinlikle bu sefil tuzağa para kaptırmayacak, cazibe hanımın gündüz düşlerine koyvermeyecektim kendimi. Çok zorunlu bir kaç alışveriş haricinde her şey yolunda gidiyordu başlangıçta. Ancak bu süreç içerisinde zehirin damarlarımda yavaş yavaş dolaşmaya ilerlediğini fark etmemiştim. Ve en sonunda AVM'nin en ortalık yerinde cüzdanımı fırlatıp "alın alın hepsini aldım, ne var ne yok boşaltın" diyecek hale geldim. Sistem beni absorbe etmişti. Tümüyle teslim olmuştum.
AVM'lerin market kısımlarında durum daha da vahim hale geliyor elbette. 3 ya da 4 parça ürün almak için girdiğiniz marketlerden 8-10 parça ile çıktığımız çok oluyor. Özellikle promosyonlar, ikisi bir aradalar, iki alan enayiye üçüncüsü bedava fırsatları ve hiç ihtiyacınız olmasa da ambalajı ile sizi kendine çekiverip aldıran envayi çeşit ürün. İnsanoğlunun zayıf yanlarını bilen üreticiler, reklamcıların alkışlanacak başarıları diyelim konuyu kapatalım. İyi alışverişler efendim... :)

Fotoğraf: OnurY

24 Temmuz 2009 Cuma

Prens Ahmed'in Maceraları

Geçtiğimiz yüzyılın başlarında Batı'nın Doğu'ya bakışı çok farklıydı. Şu an iyiden iyiye deforme olmuş Oryantalizm o zamanların en gözde konularından birisiydi. Özellikle sessiz sinema döneminde Oryantalist filmlere sıkça rastlarız. Keza daha geç dönemlerde Avrupa sinemasında Kuzey Afrika ağırlıklı Oryantalist filmlerin revaçta olduğu görülmektedir.

Size bahsetmek istediğim Prens Ahmed'in Maceraları (1926) sessiz sinema döneminin kanımca en çarpıcı Fantastik Animasyon yapımlarından birisi. Düşünün bundan tam 80 küsur yıl önce teknik imkanlar son derece kısıtlı iken böylesi bir animasyon kotarmak müthiş bir başarı olarak karşımıza çıkıyor.

Die Abenteuer des Prinzen Achmed AKA The Adventures of Prince Achmed (1926)


Lotte Reiniger'in bu ilginç filmi aslında konusunu tamamen 1001 Gece Masallarından alıyor. Gizemli ve büyüleyici Arap (Doğu) saraylarında geçen birbirinden heyecanlı hikayeler filmimizin ana konusunu oluşturuyor. Vak-Vak ruhları adasının hakimi Peri Banu'nun kötü niyetli Afrikalı Büyücü tarafından kaçırılması ve bunun üzerine Prens Ahmed'in onu kurtarmak için binbir çileye maruz kalması şeklinde özetleyebiliriz sanırım.

Aslında tasarım bizim aşina olduğumuz bir teknik ile hazırlanmış. Hayal yani karagöz perdeoyunu diye bildiğimiz gölge tasarımı silüetler halinde kusursuz ve görkemli bir şekilde kurgulanarak sarı, mavi kırmızı tonlarda giriftleşerek bizleri harikulade dünyalara götürüyor. Filmde efsanevi yaratıklar, uçan atlar, Doğu'nun görkemli sarayları (Çin imparatoru dahil), su perileri, Zümrüd'ü Anka kuşları vb. pek çok masalsı figür hikayeyi renklendiriyor. Sinemanın büyüsünü sevenler ve özellikle sinefiller için kaçırılmayacak bir yapıt.


Prens Ahmed'in Maceraları, 1926 yılının Eylül ayında Almanya'da gösterime girmiş. Ancak ne orijinal negatifleri, ne de orijinal Almanca kopyası günümüze kalmış. Mevcut olan yenilenmiş kopyası, parçalı nitrat kopyasından kotarılmıştır. İngilizce intertitle yazıları ise Londra Ulusal Film ve Televizyon arşivi tarafından hazırlanmış. Batının doğu'ya bakışının genel bir değerlendirmesini zamanında Celil kardeşim bir zamanlar çok güzel özetlemişti aslında. Uzun lafın kısası Batı cephesinde değişen bir şey yok. Değişemez de zaten. Toplumsal farklılıkların anatomisine aykırı bir durum.

21 Temmuz 2009 Salı

sanata dair hisler

sanatçılar yaşadıkları iyi veya kötü şeyleri ilk önce görüp daha sonra içselleştirerek duygu yoğunluğu yaşarlar ve onu bir heykelle, bir şiirle, bir resimle, bazen bir şarkıyla bazen ise güzel bir fotoğraf ile duygularını açığa vururlar, çok şey yaşamaki için çok şey görmek görebilmeyi istemek gerekir.
.

Fotoğraf: OnurY

Nevi şahsına münhasır kişilikler ve deliliğe dair deyişler - Kissed

zamanın ötesinden gelen edit: yine pek hatırlamadığım bir filme dair eski bir eleştirim. fazla müdahale etmeden aynen yayınlıyorum...
.
.

"Everyone senses something, some energy, some spirit, some sort of illumination.I've seen bodies shining like stars.Some say there's no soul. No afterlife. But life, like death, is the straightest line on the compass."

Bazı şeyleri yazabiliyoruz, bazı şeyleri yazamıyoruz, cesaretimiz yok. Bir de tereddütlü yazdıklarımız var, bunlar hayatın var olan ayrıksı halleri, yani ben, sen, o haricinde var olan, yadsıyamayacağımız genele aykırı olandan ibaret.

Embalming ne demek bilir misiniz? Ölü mumyalamak anlamına geliyormuş. Asri zamanlarda ise hristiyan cenazelerinde ölüleri düzgün ve presentable halde cenaze merasimine hazırlama anlamında kullanılmaktaymış. "Embalmer" ise bu işi yapan kişi tabiatıyla. Bu işi yapan insanların nasıl bir dünyası vardır denilirse elbette bir genelleme yapmamız olanaklı değil, değişken olduğu kesin. Peki bu işi yaparken durumdan istifade edenler var mıdır? işte bu film böylesi bir vak'ayı anlatılıyor izleyiciye. Sandra küçük yaştan beri yaşamın canlılığı, pırıltısından ziyade daha çok ölümün sadeliği, sükuneti, huzuru ile alakadar olmaktadır. Ritüel haline dönüştürdüğü ölü kuş gömme törenlerinden birini kız arkadaşı Carol ile paylaşmaya kalkınca bir daha onunla oynama imkanını yitirir.

Genç kızlığa geçmesiyle birlikte cenaze hazırlama işleriyle uğraşan bir adamın yanında işe girer. Kediye ciğer dükkanı teslim edilmiştir bir anlamda. Nekrofilisini her daim yaşaması için nevi şahsına münhasır patronun yanında kusursuz bir çalışan olarak işleri sürdürür. Ta ki kanlı, canlı, hayat dolu Matt delikanlısı ile tanışana kadar. Matt kısa sürede Sandra'yı çözer ve onu bu garip zevkinden caydırmaya ve hatta onunla mevcut durumu bir şekilde paylaşmaya çalışır. Bundan sonrasında ise işler tam anlamıyla çığrından çıkar...

"I've always been fascinated by death. The feel of it, the smell of itand the stillness."
Filmden bu alıntıya fazladan bir yorum ekleme ihtiyacı hissetmiyorum ama 78 dakika gibi ideal bir sürede derdini çok etkileyici bir şekilde aktaran bir film izliyoruz. Kamera kullanımı, özellikle renk-ışık dengelemeleri çarpıcı. Sandra rolünde Molly Parker hakikaten çok başarılı ve kusursuz. Konu irrite edici, mide bulandırıcı gelse de bu ayrıksı yapımı izlenmeye değer.

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Marjan

Haftalardır sürekli çalıp dinlediğim bir şarkı var. Ama hakkında çok az şey bildiğim bir şarkıcıya ait ve sözlerinin içeriğini de henüz bulamadım. Önemli olan gönül dilinin birliği değil mi? İşte Marjan isimli İranlı kadın şarkıcının Kavir isimli şarkısını bıkmadan usanmadan dinliyorum haftalardır.

Tahmin edebileceğiniz gibi günümüz şarkıcısı değil Marjan. Zira günümüzde İran'da kadınların şarkı söylemesi yasak. Hatta bununla ilgili güzel bir film de izlemiştim geçenlerde, ama ismini hatırlayamadım o nedenle yazamıyorum buraya. Marjan'ın bu durumda 1970'lerin şarkıcısı olduğunu tahmin edebiliyoruz. Zaten aşağıdaki fotoğrafından da bu anlaşılacaktır.

Peki bu şarkıya nasıl ulaştım? Yine bu sene hiç sıkılmadan sürekli dinleyip durduğum Göksel'in Mektubumu Buldunmu albümünün içinde yer alan Baksana Talihe parçasının orijinali bu bahsettiğim şarkı. Tabi daha farklı tonlarda, farklı tınılarda. (Göksel'in albümünü ayrı bir yazıda ele alacağım inşallah). Kavir, farsçada "Çöl" anlamında geliyormuş ve bu şarkının içeriği ile ilgili tek bilgimde bu. Farsça bilen birisiyle tanışıncaya kadar da böyle kalacak. Bu şarkının başkaları tarafından söylenmiş farklı versiyonlarını da dinledim ve hep aynı keyfi aldım. Göksel'in de güzel yorumladığını belirtelim. Ama Marjan'ın yorumu kesinlikle daha duygusal ve daha hüzünlü.

İnşallah Marjan'ın başka şarkılarına ulaşabilirim diye başlamıştım bu yazıya ancak kısa bir süre sonra Kavir e Del isimli albümüne ulaştım. Ayrıca bir de videosuna da:





Brezilya Sineması: Otur Sıfır!

Evet aynen böyle... Brezilya sineması, Portekiz sineması ile benden bırakın düşük notu almayı, sıfır alır, oturur yerine. Sayısız Brezilya filmi izledim, her birine ayrı umutla başladım ama hep hüsran yaşadım, tam da bu satırları yazdığım sırada izlemekte olduğum Amores Possiveis filmi de tipik Brezilya dizilerinin yapısından farksız çok sıkıcı bir film çıktı. Çok fazla Latinos dizisi çekilen bir ülkede sinemanın da bu kalitede olması doğal bir durum elbette.
Hemen itirazlar yükseldi bakıyorum. Kaç film sayacaksınız? Efendim? Cidade de Deus mu? Şiddetin stilizasyonu, evet benim tarzımda bir film değil gerçi ama başarılı bir filmdi kabul ama tek bir örnek verebildiniz. Pardon? duyamıyorum? Casa de Areia mı? Efendim o da Brezilya sinemasından çıkmış tek ve en iyi örnektir. Sayabiliyor musunuz 6-7 film ve daha fazlası?? Yok değil mi? Kabul edin işte. Kaldı ki ben çok ama çok fazla Brezilya filmi izlemiş birisiyim. Hep fos, hep fos...

Gerçeği kabul edelim... İlla Brezilya filmi izleyeceksek de Casa de Areia'yı tekrar tekrar izleyelim..

17 Temmuz 2009 Cuma

Fotoğrafta Derinlik

Fotoğrafın doğası gereği 2 boyutlu olduğunu bilmeyen yoktur sanırım. Bu şekilde tanımsal olarak bilinmese bile işin gerçeği bu sonuçta. Ancak fotoğrafçılar bu iki boyutlu cendereden kurtulabilmek için çeşitli taktikler üretirler. Bunda en güçlü faktörlerden birisi tabi ki IŞIK'tır. Işığı doğru kullanırsanız çalışmalarınızda kademeler , katmanlar yani derinlik yaratabilirsiniz. Hemen kendi portfolyumuzdan bir örnek verelim. Yeri geldiğinde bu konuya dönelim.


Fotoğraf: OnurY

Nevi Şahsına Münhasır Kişilikler ve Deliliğe Dair Deyişler - Romeo Dolorosa

Esasında esas konumuz, aşağıdaki filme de ismini veren Perdita Durango karakteri tarzında sinemadaki arızalı kadın karakterleri idi, ama bu konuda fazla örnek aklımıza gelmediği için cinsiyet sıçraması yaparak, aynı filmde mükemmel bir oyunculuk çıkaran Javier Bardem'in Romeo Dolorosa rolüne sözü getirelim ve bu yazı da bundan sonrasında ele alacağımız arızalı kişilikler için açılış sekansı olsun.

Esas kahramanız gelgit akıllı, çılgın, doğuştan katil izlenimli, nemfoman Perdita Durango gözükse de Javier Bardem fazlasıyla rol çalarak filmde ön plana çıkmış durumda. Bu nedenle filmin isminin başka bir şey olmalıydı: Manyaklığın ve Cinai Arzuların Olumlu Meziyetleri olabilirdi mesela :)) Filmdeki karakterlere ne kadar ısınırsınız bilemiyorum ama yönetmenin bu konuda özel bir çabası olmadığını söylemeliyim. Konuya tamamen dışarıdan bakmış ama karakterlerin zaman zaman tezahür eden hassas (!) duygularını da vurgulamaktan kaçınmamış. Özellikle adam öldürmeye düşkün, acımasız katillerin hedef kendileri olduğunda ne derece zavallılaştırdıkları ve paçalarının tutuşması güzel yansıtılmış. Sözü arızalı karakterimiz Romeo Dolorasa'ya getirirsek, azılı bir kanun kaçkını, pseudo-büyücü, zevk ve sefa düşkünü, zamanı geldiğinde aygırlaşan bu karakteri Javier Bardem müthiş oynamış hatta yaşamış. Özellikle sık sık tekrarlanan trans sahnelerinde Javier abimizin coştuğunu, akan sulara/sahnelere kendini bıraktığını söyleyebiliriz. Bu filmden bugüne dek haberimizin olmaması ise hayretle karşılanması gereken bir hadise. Belki bir ara keyfim olur da yine Javier Bardem'in Huevos de Oro'daki enfes oyunculuğundan bahsederim.

Acıdığım şey ise şu: Javier Bardem'i sadece No Country for Old Men ve Vicky Cristina Barcelona ile tanıyan, bilen sığ bakış açılı izleyiciler. :)

Kalın sağlıcakla, filmi de bulursanız izleyin.

P.S. Filmin From Dusk Till Dawn ve Natural Born Killers ile benzer yanları ise apayrı bir yazı konusu. Bunu da belirtelim son olarak.

16 Temmuz 2009 Perşembe

Sertkenar Üstadları

Fotoğraf serüvenimiz cahilus, ferocello, harmonist gibi sertkenar ustalarını izlemekle geçti uzunca bir süre. Sonra ufak, minik denemelerimiz oldu, kendimizce bir şeyler kotarmaya başladık, tekniği geliştirdik zamanla, bakış açılarımızı zorlamaya başladık. Şu an geldiğimiz süreç evet tamam olmuştur demekten çok uzak, ama en azından emekleme sürecinden ilk adımlara geçtiğimiz hissini de yaşamıyor değiliz. Çarpraz çizgilerdeki muntazamlık her daim peşinde olacağımız bir husus. takibe devam diyorum..

Fotoğraf: OnurY

İzleyeni izlemek

Fotoğraf: OnurY

"İzleyeni İzlemek"... Evet temel izleğimiz bu. Bizim dahilimiz ve kontrolumuz dışında gelişen bir olayı izleyen kişiyi fotoğraflayarak yani buna kendimizi de "izleyen" olarak dahil ederek ardışık bir izleme silsilesi oluşturmak. İzlediğimiz kişinin farkına varması durumunda paranoyak etkiler yaratabileceğini de hesaba katmak lazım. Ama asıl ilginç olan bu çalışmamızı sunduğumuz anda bizi de izleyenlerin ortaya çıkması ve bu ilginç silsilenin iyiden iyice tuhaflaşması durumu da var.
Sözü burada sevgili Fatih'e bırakalım dilerseniz:
Fotoğraf bir içe kapanma mı...belki. fotoğraf çekmek için konunun tam olarak içinde olmamak gerektiğini düşünmeye başladım ben de. yani klasik bir "geleneksel zanaatler" fotoğrafı çekmek istediğinde, modelin misal öz amcansa bir durup düşünüyorsun. bu, konuyu görsel malzeme olarak da algılamak zorunda olmakla da ilgili. içinde olduğun meseleyi yeterince iyi "seyredemiyorsun".anlatıcı olmakla da ilgili hem. insanlar belki böyle gruplara ayrılıyorlar. yaşayanlar... efsanelerin kahramanları onlar. sonra anlatanlar... hikayeciler, yazarlar, fotoğrafçılar, yönetmenler... ve dinleyenler.anlatabilmek için de sana gelen ışığı içinde bir prizmadan geçirmen lazım. eninde sonunda, sana verilen hikaye ile birlikte kendi derinliğine doğru şöyle bir tur atıp dönmen gerek...bilinçli, istekli bir içe kapanma durumu olabilir bu, evet. ya da dışa kapanma, içe açıla diyelim. dünyaya aracısız bakan gözünü kapatmak.yani tercihine bağımlı olmaksızın nesnel bir görüntü sunan, dünyayı tastamam olduğu gibi, gepgeniş bir kdrajla gören gözünü yummak... ve sadece vizörden bakan, görmek istediği çerçeveyi kendisi belirleyen gözüne yüklenmek.bu, tek gözünü kapayarak fotoğraf çekme meselesi, fotoğrafçının fotoğrafını çektiği mekana, meseleye ya da modele büsbütün ait olamadığını... araya bir set, bir engel koymak zorunda olduğunu da gösteren bir simge gibi aslında.fotoğraf çekmek, ortasında durduğun bir manzarayı... sana yorum bırakmayacak, öznelliğini ortada kaldıracak biçimde seyretmeyi reddetmek demek belki de. kendinle dünya arasına, kendi öz çamurundan yaptığın kerpiçlerle bir duvar örmek. ve sonra görmek istediğin manzarayı seçerek pencereler açmaya başlamak...

Beautiful Country (2005)

Eskiden yazdığım bir film eleştirisi. Aradan çok zaman geçmiş, filmi pek hatırlayamadım :) Ama yeniden izlemek farz oldu tabi. Neyse ben sizi vakti zamanında yazdığım eleştirim ile başbaşa bırakayım...

Baba-Oğul temalı ve özellikle de arayış bağlantılı filmler son dönemde sıklıkla karşıma çıkar oldu. Elbette bu bir tesadüf. Farklı coğrafyalardanaynı temalara değinen filmlerin çıkmasını başka türlü açıklayamayız zaten. 2005'in bizi ağlatan filmlerinin başında Çağan Irmak imzalı Babam ve Oğlum gelmişti (seveni var sevmeyeni var, ben sadece ağlattı diyorum, film hakkında yorum yapmıyorum bakın). Ardından "olası" bir erkek evladın peşine düşen bir babanın dramatik hikayesinin anlatıldığı Jarmusch imzalı Broken Flowers ile tanıştık. Bu filmi çok sevmiştik, yüreğimizin şefkat ve hüzün dolu hatıralarını içeren mantar panosuna iliştirdik. Ve son olarak hikayesini öncesinde hiç bilmediğim sadece afişine tutulup temin ettiğim bir gizli hazine ile tanıştım: Beautiful Country. Bunda ne bir tavsiye, ne de ufacık bir internet bilgisi gibi etkenler söz konusu oldu. Yalnızca yüreğimin sesini dinledim.Finalinde hıçkıra hıçkıra göz yaşları döktükten sonra da sizlerle paylaşmak istedim duygularımı. (zamanın ötesinden gelen edit: demek paylaşmamışım, kısmet bugüneymiş) Hikayemiz, sürekli hor görülen ve üvey annesinin yanında sığınma olarak yaşayan yarı vietnamlı yarı amerikalı Binh'in öz annesinin izini bulduktan sonra hiç tanımadığı Amerikalı babasının izini bulmak için ABD'ye zorlu ve maceralı bir yolculuk ile ulaşmasını ve arayışlarını anlatırken aslında keskin bir Vietnam savaşı hesaplaşmasını da beraberinde getiriyor. Pek çok vietnam savaş filmlerinde çekik gözlü, charlie, gook gibi aşağılamalara maruz kaldıklarını gözlemlediğimiz bu toplumun insanlarının da aslında bizler gibi bir hayatları olduğunu, feleğin çemberinden onların da geçtiklerini ve onların yaşamlarının da çok değerli olduğunu anlamamız için epey zamana ihtiyacımız varmış. Neyse en azından Amerikalılar da bunu farketmeye başladılar ya gam yemeyiz artık.Başrol karakterinin kusursuz oyunculuğu, yan rollerdeki oyuncuların da ona eşlik etmesi ile film öylesine akıcı hale geliyor ki zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz. Finalde bizi bekleyen sürpriz için lütfen ama lütfen cast'e hiç bakmayın. Ben hiç bakmadığım ve filme dair bilgi sahibi olmadığım için müthiş şaşırdım ve keyif aldım. (demişim ama yukarıda kocaman afişi de vermişim, pes bana). Filmi elbette ağlamanız, duygusallığınızı azdırmanız için önermiyorum. Sadece şunus öyleyebilirim: Amerikan sinemasının Vietnam savaşı ile doğru düzgün hesaplaşmasına ve bunu yaparken de eli yüzü düzgün bir film çektiğine şahit olmanız açısından ısrarla öneriyorum.

Not: Sayfa sonuna resim eklemek blogspotun bug'larından biri olsa gerek. Her eklediğim resim sayfa başına ekleniyor ve en aşağıya almak korkunç bir çile oluyor. Çaresini bilen duyan varsa hemen söylesin

Oi Va Voi - Every Time


Folklor, caz, drum'n bass öğelerini harmanlayıp ortaya çok güzel eserler çıkaran müziklerinde klezmer etkileri olan İngiltereli bir grup olan Oi Va Voi'nin yeni promo CD'si büyük bir coşku yarattı bünyede. Hemen dinlemeye aldık. Daha sonra çıkacak olan albümlerindeki Every Time isimli parçayı albüm ve radyo versiyonu olarak sunmuşlar. Eski albümlerindeki kıvrak nağmelerden uzak bir hava vardı, bariz Brit pop etkisi hissettik, belki zamanla severiz.
Eski albümlerinde olan şarkılardan refugee, yesterday's mistakes özellikle tavsiye edilir.

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Interrogation (1982)


Zamanında yazıp hiç bir yerde yayınlamadığım film kritikleri var. Bunları güncelleştirerek burada paylaşmak istiyorum. Açıkçası üzerinden çok zaman geçmiş, filmleri hayal meyal hatırlıyorum ama yazdığım dönemki güncel olaylardan ve yazım hatalarından arındırarak burada paylaşmaya karar verdim. Devamı gelecek.


Rusya'da "Stalin cani miydi değil miydi?" tartışması çıkmıştı bir aralar. Kruşçev'in Stalin hakkındaki sözlerinin ortaya çıkmasından sonra Stalinistler, bu tarihi şahsiyetin masum ve iyilik perisi insan olduğunu ispatlamak için muazzam bir gayrete girişmişlerdi. Sanıyorum bu konuda geri kalanları ikna etmeleri için Stalin gibi milyonlarca insanı temizlemeleri gerekecek. Stalin rejiminin çok sert etkisinin 1950'lere dek Doğu Avrupa'daki etkisini burada anlatacak değiliz. Bilen biliyor, bilmeyenlere kaynak çok. Ancak bu etkiyi çok daha iyi anlamak için bu ülkelerdeki yaşananlara daha yakından bakmak gerektiği açık. Yönetmen Ryszard Bugajski'yi de tam bunu yapıyor işte. Şimdi "Polonya" dendiğinde sizin aklınıza neler gelir bilmiyorum ama ben aklıma gelenleri sayayım: Tabi hemen Kieslowski, Lech Walesa, Auschwitz, Polonezköy ve Irak savaşına asker göndermiş bir ülke ve müteveffa Papa John Paul.



Polonya sinemasını sorarsanız Kieslowski, Roman Polanski, Andrzej Wajda haricinde başka bir isim sayamam. Polonya Film Stüdyosu Film Ünitesi X'de Andrzej Wajda ile birlikte çalışmış olan Ryszard Bugajski'nin ismini de akılda kalacak isimlere eklemek lazım. 1950'lerde Stalinist etki altında ezilen Polonya'da gelişen bir hikayeyi anlatıyor bizlere bu müstesna filminde. İlginç olan şey, Film Stüdyosu da komünist rejim altında çalışmasına rağmen senaryonun Kültür Komitesi tarafından onaylanmış olması. Ancak kısa sürede yaklaşan tehlikenin sinyali alınmış ve film yasaklanmış. Hikayemiz Antonina Dziwisz'in bir eğlence dönüşü aşırı alkollüyken apar topar hapishaneye götürülüp sabah koğuşta uyanmasıyla başlıyor. Ne kabus ama! Bir gece önce bir sürü insan önünde şarkılar söyle, eğlen ve coş ertesi sabah gözünü bir koğuşta aç. Tabi hemen ardından filme de adını veren bitmek bilmeyen sorgulamalar, acılar, ızdıraplar.

Filmin imd adresi şöyle: http://us.imdb.com/title/tt0084548/

Antonina rolündeki Krystyna Janda'yı tanımıyoruz ancak binbaşı Zawada rolündeki Janusz Gajos'u hemen gözümüz bir yerden ısırıyor. Dekalogların değişmez esas oyuncusunu tanımamak olmaz. Antonina tamamen masum olmasına rağmen uyduruk, saçma sapan bir sürü suçlamayla karşılaşırken tüm hayatı didik edilmeye başlanır. Hatta ilk sorulardan birisi bekaretini nasıl kaybettiğidir. Başlangıçta sakin geçen sorgulamalar Antonina'nın direnci ve inadı nedeniyle kontrolden çıkar ve işkenceye varan uygulamalar maruz kalır. Sonrasında ise hayatı tümden değişecektir...Benzer izlekte filmleri sayar isek Sophie Scholl - Die Letzten Tages, Arjantin sinemasından unutulmaz ve çok sarsıcı Garage Olimpo ilk aklıma gelenler. Ancak bunlar arasında Sophie Scholl'un maruz kaldığı fazlasıyla medeni bir sorgulamaydı. Antonina'nın sonu Sophie'den farklı olsa da bu olaydan sonra başına gelenler ve kalıcı etkileri hayatının geri kalanını etkileyecek derecede.



Film 1982 yılının yaz ve sonbahar aylarında çekildikten sonra uzun bir aradan sonra bir şekilde yurt dışına çıkartılıyor ve 1990 yılında Cannes Film Festivalinde Krystyna Janda'ya muazzam oyunculuğundan ötürü en iyi kadın oyuncu ödülü getiriyor. Hakikaten Krystyna Janda büyüleyici ve son derece inandırıcı dört dörtlük bir oyunculuk çıkarmış. Hatta iddia ediyorum rolünü yaşamış. Son bir not olarak Agnieszka Holland'ın filmde önemli bir rolü olması. Agnieszka Holland kimdir onu burada anlatma misyonum yok tabi. Hap bilgiye alışmak tembelliğe götürür sinemaseveri ;) Sekiz yıllık yasaklamaya maruz kalmış siyasi yönü ağır basan ama kendi açımdan sinemasal ve sanatsalaçıdan çok başarılı bulduğum bir yapıt.

Bulursanız, görürseniz izleyin efendim..

Düş Bahçesi

Evet blogumu kendi fotoğraflarımdan örnekler vermek için de kullanmak istiyorum. İş dışı tüm hayatını görsel sanatlar üzerine kurgulamış birisinden bu beklenirdi. Sinema, resim, fotoğraf...


Fotoğrafın ismi: Düş Bahçesi. Üzerinde fazla konuşmadan sizi fotoğrafımla baş başa bırakıyorum:

Jizda, Bobule ve envayi çeşit Çekçe durumlar

o bildik, kaçınılmaz güzergâhında mutada amade, alışkanlıklar üzre donuk, tekdüze, adeta tembel tembel biteviye akıyordu zaman (Elif Şafak / Aşk)


Çek sinemasını sevenlerin önde gideniyim malum. Adamların kendine has dingin ve rind halleri tam da benim ruh ve bünye yapıma uygun. Pek çok şeyi sakinlikle karşılıyorlar, duygusallar ve ağırkanlılar. Nadiren akdenizlilere özgü tepkiler veriyorlar.

Çek sineması deyince gönlümüzde müstesna bir yeri olan Jizda'dan sonra benzer bir film daha izleyeceğim hiç aklıma gelmezdi, bunu düşünemezdim bile. Ama Jizda'nın yönetmeni Jan Sverák'nın 2007 yılından sonra kabuğuna çekilmiş olmasından doğan boşluğu dolduran birisine rast geldik nihayetinde: Tomás Barina eminim Jizda'dan etkilenmiştir ya da aynı toprakların zihniyetiyle ve duygu birlikteliğiyle aynı lezzette, aynı keyifte bir film çıkarmış ortaya: Bobule


Bobule hayli zor bir dil olduğunu bildiğim bir dil olan (bu konuyu bizzat bir Çek profesör ile konuşmuşluğum söz konusu) Çekcede Üzümler anlamına geliyormuş. Evet filmin izleği üzüm ve şarap (üreticiliği). Ancak bu hadde varıncaya dek çeşitli soft dolandırıcılık aksiyonlarını seyreyliyoruz, sonra bir kaçma kovalacanın ardından asıl konuya geliniyor, filmin asıl keyfi de burada başlıyor. Güzeller güzeli Çek kızları, pastoral manzaralar, üzüm bağları ve acı-tatlı insani ilişkiler ve Jizda'da çok sevdiğimiz yolda geçen komik araba sahneler (ki Jizda'yı fazlasıyla andırıyor bu sahneler)


Bulabilirseniz mutlaka izleyin derim.

Başlangıç

Ve merhaba,

Benzer pek çok denemelerimiz oldu tabi. Ama tamamı takma lakapla olduğu için hep içimize sinmeyen bir şeyler oldu. Bunun güzel bir başlangıç olmasını diliyorum.

Formata alışana kadar basit modda yazacağım. Çok alengirli şeyler beklemeyin zira minimalist yanım ağır basıyor epeyden beri. Doğrudan yazıya ve sunduklarıma odaklanılmasını arzuladığım için site tasarımı da sade olacak.

Buraya başlamadan önce kafamda ele almayı planladığım bir sürü şey vardı, şu an en ufak şey bile kalmadı. Artık yeni fikirlerde görüşmek üzere...

Hayırlı olsun...